Şükrü Kolukısa
Gezideki Voltran
Türkiye’de yaklaşık iki haftadır tek gündem maddesi var, Gezi Parkı olayları; herkesin “bir bilen”, “uzman yorumcu”, “akil gaz veren”, en eşsiz tespitleri yapan olduğu bir ortamda kaleme sarılmak bir hayli zor olsa gerek.
Gezideki olaylarını anlayabilmek için yapılması gereken şeylerden biri eylemcilerin kimlerden oluştuğunu, bunların amacının ortak olup olmadığını, aynı amaç için toplanmış homojen gruplu bir halk hareketi mi, yoksa aynı amaç ardına sığınmış, amaçları farklı, heterojen bir grup mu olduğunu tespit etmek gerek. Aynı amaç için toplanmış bir grup olabilmeleri için aynı mağduriyeti ya da mağlubiyeti yaşamış bir sınıf olmaları veya farklı kaybetmişlerin “mağlupların koalisyonu kendiliğinden oluşur” düsturunca toplanmış bir insan kokteyli olmaları gerekir.
Görünen o ki amaç olan “ağaçların kesilmesi“ tetikleyici araçmış, şemsiyesinin altında ki gerekçe çoktan buharlaşmış. Artık kimse ağaçları önemsemiyor, söz hakkı verilince yabancı ülke yetkilisi gibi buyurgan tonda talepte bulunuyor, hükümet gitsin diyesi gibi duruyor.
Halk, hükümet tarafından “çapulcu” gönüllüleri tarafından “halk hareketi” olarak adlandırılan bu eylemin izini nasıl süreceğini düşünüyor, siyasi analizini nerde damıtıp, sosyolojik köşegenlerini nerde sınırlandıracağını tartışıyor, tartıştıkça sosyal yarılmalar başlıyor.
Eyleme dâhil olan bilindik grupların izinden gidip, sembollerini deşifre etmeye çalışmak;zıtlaşmaya dönüşen, sosyal âlemde bölünmeye bürünen, Ak Parti’nin karşı eylem kararıyla yarışa girilen bu konuyu iki tarafın dışavurum halinin içsel reflekslerini kavramaya çalışarak parçalarından bütüne ulaşmak doğru bir yöntem olacaktır.
Bir hareketin halk hareketi olabilmesi için ortada aleni haksız bir mağlubiyetin, hukuksuz ve ahlaksız bir kısıtlamanın, etnik bir ayrışmanın, dinsel bir çatışmanın, işsizlik, açlık nev’inden bir mağduriyetin olması hareketin maya bulmasını kolaylaştırır. Çakılan bir kıvılcımın halkın gönlünde tutuşması, toplumsal sempati yoluyla gövdelerin ve ruhların birbirine sokulması, mazlumluğun asaletle beslenmesi gerekir.
Burada çakılan kıvılcım, yorumlardan anlağımız kadarıyla meşru ve haklı görülebilecek bir nedenleher ne kadar ülkemizde pek alışık olmasak daağaçlar kesilmesin diye eylem başlamış. Bir süre sonra buradaki kıvılcımın altına odun atarak yangın çıkarma heveslisi bir takım mihraklar hazır ortamın üstüne çullanarak oradan bir halk hareketi peyda etmenin gayretine düşmüş. Sağduyulu insanlar birkaç gün ne olduğunu, kimlerin yaptığını, durduk yere niye böyle olduğunu anlamaya çalışmış.UltraAslan isimli taraftar grubunun yaptığı açıklamaya bakacak olursak; biz ilk iki gün çevreci duyarlılıkla eyleme katıldık. Sonra eylemi farklı grupların kullanmaya başladığını görünce eylemden ayrıldık mealinde ifadeler kullanıyorlar. Ağaç eylemcisi insanlar eylem çığırından çıkınca ayrıldığına, kendi dışında bir neden aradığına göre aleni bir mağduriyetten daha ziyade eylemin motorize ekibinin grupsal bir rahatsızlığı olduğu açık.
Bu organizatörler atmosferi ülke genelinde istediği sıcaklığa getirmek, yurdun dört bir yanında ayaklanma var histerisi yaratmak için kendi güdümlerindeki partiler, sendikalar, dernekler aracılığı ile birçok ilde ayaklanma başlatma sevdasına düştüler. Ortada olmayan bir rahatsızlığı veya kendi elit dünyalarında duydukları hazımsızlığı ülkeye iç ihracaat yoluyla ulaştırma gayretiyle çalıştılar. Ağızlarında taşıdıkları ateşi savurup, her ne kadar kendi türkülerini besteledikleri demokrasi notalarıyla iktidara gelmiş olsa da hükümetin meşruiyetini görmezden gelip bir türlü vazgeçemedikleri kara sevdaları darbe ile götürme heyecanına kapıldılar. Taksimde yaşanan olayları yeni bir düzen olarak icat ettikleri twitokrasiyle canlı yayında duygu galeyanı haliyle genişletmeye çalıştılar. “Burada durum çok vahim insanlar araçların altında, oraya iki doktor gönderin, buraya beş hemşire lazım, şu numaralı eve sığınabilirsiniz” yollu twitlerle eylemi kutsayıcı, ajitasyona açık, potansiyel katılıcıları cesaretlendirip meydanlara çekici bir yol izlediler. Taşıma suyu ile değirmen dönsün diye üniversiteler, holdingler, bankalar desteklerini esirgemediler. Ne yapsak olmuyor düşüncesinde debelenenkasketli amcalar, eli bayraklı teyzeler bu sefer olacak!bu gençlik harika!nidalarıylafacebookta devrim şarkıları paylaşıp, ölülere selam çaktılar. Birazdan ölecek iktidar için cenaze suyu kaynattılar.
Sosyologlar, bombardımanın altında kalmış yazarlar, güzelleme düzen akademisyenler halk hareketi payesi biçmek isteseler de bu bir halk hareketi değil kokteylleşmiş bir grup hareketidir. Görmek istemedikleri fark, halk hareketi deyince; tüm ülkeyi kapsayan, katılım düzeyi yüksek, katılımın genel müdür, not veren hoca teşvikiyle değil, doğal istekle kendiliğinden, paydaşlık duygusu, kaybetmişlik olgusu ile bezenmiş hareket olması gerekir. Eylem var doğru; halkın mayası yok yanlış. Bu eylem; ne olursa olsun, ağaçlar kesilmese de, AVM dikilmese de, Türkiye dünyada yücelse de, Başbakan özür dilese de öfkesi asla geçmeyecek, Başbakanı bilincine nefret objesi olarak kazımış, kaybetmişlik duygusu içindeki güruhun kin ve nefret nöbetinden ibarettir. Bazı yazarların Başbakan özür dilese, hükümet geri adım atsa her şey düzelecek yollu yönlendirmeleri ya bir yanılsamadır, ya da Başbakanın özür dilemesini sağlayıp eylemi güçlendirme ve haklı çıkarmanın bir planıdır.
Hal böyleyken Başbakanın bu insanlara “çapulcu” demesi, nefret andıran, küçümseme çağrıştıran, tahkir bir üslupla hitap etmesi ortamı harlamıştır. Kim olursa olsun, ne olursa olsun demokrasi bir hazmetme rejimidir, demokrasi karnı geniş, karşıta dili ölçülü, tahammülü vasi olanların rejimidir. Bu ötekileştirmeliüslup eylemcilere mevzi bağışlamaktır. Her ne kadar twitter üzerinden örgütlenip, şayia yayarak endişeye sevk etseler de meşru bir araç olan twitteri mundar ilan etmek, aracın etkisini itiraf edip araca sadakat seviyesini yükseltmektir. Dünyanın birçok yerinde benzeri uygulamaları olan, uygun bir dille anlatılmaya muhtaç alkol düzenlemesini suçlayıcı bir dille izah etmeye çalışmak; şu kadar alkol alırsa adı şu olur, bir kadeh içerse şöyle denir,bu kadara varırsa ayyaş olur gibi sosyolojik değeri olmayan girizgâhlar yapmak belirgin bir hatadır. Olayların başlangıcında çevreci bir eylem olarak başlayan ilk eylemi kontrol edip, demokratik teamüllere göre dikkate alıp dinlemek, yatıştırmak yerine amansız baskın verilerek mağdur durumuna düşürmek, kasıtlı bir pas atma olayı değilse en güzelinden beceriksizlik örneğidir.
Burada deşarj edilen potansiyel suçun asıl kaynağı, hükümetin tavrı ve tarzı değil, muhalefetin bir türlü dikiş tutmayan, üretmekten daha çok sövmeye yarayan, halka değil parka yanaşan kısır siyasi tavırladır. Evet, doğrudur, ülke yaklaşık on yıldır sorun vardır. Ancak bu sorun iktidar sorunu değil tam tersi iktidarı zirvede tutmaktan başka bir işe yaramayan muhalefet sorunudur. Siyaset üreterek alternatif oluşturmaktan bigâne partiler kendi içlerindeki iktidar mücadelesinden ülkede verilecek bir iktidar mücadelesine vakit ayıramamaktadırlar.
Eylemdeki Chp-ulusalcı-sol grupları bir kenara bırakırsak, dikkat çeken diğer bir unsurda başını İhsan Eliaçık’ınbaşını çektiği antikapitalist Müslümanlar olarak isimlendirilen eyleme farklı bir aroma katmakla mükellef diğer bir grup.
İhsan Eliaçık Türkiye’de İslami çevrelerin çok eskiden tanıdığı, Değişim Dergisi, Haber10 isimli sitelerde yazıları çıkmış bir süre sadece meraklılarının takip ettiği, geleneksel Müslümanlığı hep eleştirmiş birikimli bir zattır.Din hakkındaki akli çıkarımları, mantıklı yorumlarıyla zamanla farklı kesimlerinde dikkatini çekmiş, Ahmet Hakan ve bazı yazarlarca dikkate değer bulunupzaman zaman lanse edildiği için şöhrete kavuşmuş ilim-irfan sahibi bir şahsiyet iken irfanını bugünlerde maalesef hükümsüz kılmış. Ve serüveni gittikçe Yaşar Nuri Öztürk’e doğru benziyor. Yaşar Nuri Öztürk yarışmaya dış kulvardan katılmış, ilerlerken geleneksel İslam’a aykırı yorumlar yapmış; yorum tuttuğunda kendine almış, tepki arttığında tarihten bir İslam âlimi bulup ona yar etmiş, laiklerin Müslümanlardan nefret ettiği günlerde sevimli İslam yüzüyle laiklerden şak şak devşirmiş, Ayşe Özgünle kokona teyzeleri İslam ile irşat ettikten sonra CHP açılımıyla siyasete girmiş, tutunamamış, şimdilerde Saba Tümer’le bol kahkahalı magazinselİslam’a gönül değdirmiş, Saba Tümer’le diyalogları web sitelerinde komedi unsuru olarak arz edilir olmuştu. Şimdi modası geçti sosyete sanırım bıktı derken, İhsan Eliaçıkiç kulvardan bir atak yaparak aynı istikamete doğru hızla yol almaya başladı. Ne zaman ki farklılığın, aykırılığın kendisine bir “ayrıcalık” sağladığını fark etti, işte o zaman şiraze yerinden pörtledi gitti. Maalesef şuan bu sözleri kabullenecek bir duygu dünyasına da sahip değil.
“Bu devirde antikapitalist olmadan Müslüman olunamaz”, Müslüman sosyalisttir” v.b söylemlerle kendisini çağdaş bir Ebu Zer Gıfari uyarlaması olarak sundu ait olduğu yerden uzaklaşarak endemik bir varlık olarak, “golllll” diyen bu insanlar “ollll” dese ne olur? diyerek eleştirdiği futbolu hayat biçimi olarak belirlemiş taraftar gruplarıyla kendinden geçti. Ak Parti’nin rantçılığını eleştireyim derken, mücahitlikten türemiş müteahhitlere olan kini onu aşırılığa itti, içerde kalma stratejini kaybetti, daha fazla uzaklaşmayı daha fazla kurtulma olarak vehmetti, uzaklardan seslenen sesi tanıdık bir yabancı durumuna çark etti. Ak Parti’ye karşı sürekli nefret dolu bir dille, hepsini zengin olmak için yırtınan gönüllü köle olarak görmesi oy veren herkesi töhmet altına aldı, bundan da gocunmadı. Dini kendine referans edenin nefretle gideceği bir yön olamayacağını görmeli,İslam’ı başka bir sistemle özdeşleştirmek, benzeştirmek, önüne, ardına, sağına, soluna sıfatlar ekleyerek anlamaya ve açıklamaya çalışmak İslam’ın saf anlayışını bulandırmaktır bunu en iyi kendi bilmeli. Bugünlerde sürekli twit atıyor, neden, niye orada olduğuna dair duygu yüklü açıklamalar yapıyor, oysa onu sevenler ondan makul gerekçeler bekliyor. Demek ki duyguda doz aşımı insanı meşru sarhoşluğa gark ediyor, sarhoşlukta her halükarda aklı gölgeliyor. Son kertede direnişin dayanılmaz hafifliği isyankâr ruhuna cuk diye oturunca cümbüş cemaat namazlı niyazlı çığırtkan eğlenceye dönüyor.
Eylemdeki diğer bir grupta sayısı çok olduğu için değil vizyonu bol olduğu için el ele aşk pozları eşliğinde neşvünema bulan televizyon ünlüsü takımı. Bazı eylem güzellemecisi gazetelerin eklerinde sürekli “bizim çocuklar çok duyarlı çıktılar” formatında verilen süslü haberlerin nesnesi olan püslü kesim. Toplumdan uzak, elit, halkı basit bir hayran, fan, böcek olarak görüp her şeyine burun kıvıran bu nevzuhur sahne ve dekor endüstrisinin pahalı işçileri, medyada servisi görünce, dizi endüstrisinde cilalı iş kapmak için, kariyerine “oradaydım, kartvizitine “ben de vardım” çentiği koydurmak istiyorlar. Yeni sezon dizilerinde “yakışıklı jön”, “essah kız” veya “ sizin dizide bizim çocuğa uygun rol” bulabilmek için yolun bu haritadan geçtiğini kavramış bulunuyorlar. Yoksa dışlanır işsiz kalırlar, zaten sosyal güvenceleri yok, dizi setleri adı altındaki yarı kapalı cezaevlerinde tükenmişlik sendromuyla boğuşuyor olurlar. Ne yapalım herkes ekmeğinin peşinde, ekmek verenin kılıcını çalıyorlar. Yoksa bir banka genel müdürü gibi orijininden “çapulcu” olsalar belki de çoğu orda olmayacaklar.
Bir de elinde şişe, dudaklarında sigara, cebinde ille de android telefon (mücadelede en etkili silah) olan yaşı geçmiş devrimcilerin, antikapitalist Müslüman imamların, Kemalist menopoz teyzelerin, kürsüde buharlaşan yorumlarıyla sosyologların methiye düzdüğü “yeni gençlik” grubu. Çoğu lise öğrencisi ve yaşı gereği romantik, kime karşı olursa olsun(anne, baba, devlet) isyandan haz alan esprisi de, övgüsü de, yergisi de küfürle cerbezelenenfulü bir mihrak. Grup ham, davranışları nobran, küfürle yol bulan herkesin kendi gözüyle gördüğü kimine göre öcü kimine göre cici ama her halükarda yeni.
Burada asıl mesele şu Türkiye’de her şey duygular üzerinden işliyor. Anadolu’nun başat hareket noktası her şeyin başlangıç ve bitiş çizgisi duygusal aidiyetlikten geçiyor. En objektif kriterlerle, tarafsız söylemlerle, sosyal hastalıklara ustaca yazılmış reel reçetelerle şekillenmesi gereken siyaset duygu dünyası sarmalında yön buluyor. Türkiye’de siyasi tercihler Avrupa gibi bir sınıf yapısı olmadığı için sınıflar ve sosyal katmanlardan değil, kimliklerden ve aileden tevarüs edilen siyasi tercihlerden besleniyor. O yüzden bir işverenle bir işçi, bir yazarla bir memur aynı siyasi safta birleşebiliyor. Çünkü tercihler sorgulanarak değil kabullenilerek şekilleniyor ve sosyal statüye göre değil, ait olunan topraklara, bölgelere, mahallelere göre biçimleniyor. Bu minval üzere işleyen siyasi dönüşümlerde sürekli ideolojik parçalanmışlıklara düşülüyor, bir kelime bir zümrenin çabucak sembolü haline gelebiliyor, krizlerle beslenen çözümsüzlüklerle, sürekli bir ötekileştirme, meşruiyetten uzaklaştırma çabalarıyla her şey yarıda kalıyor, istikrar kan kaybediyor.
Şuan da bu olayda herkes kendi duygusal aidiyet çeperi içerisinde, duygusal refleksler verip, kendi duygusunu haklı çıkaracak akli deliller peşinde koşuyor, kendisinden olana mest olup karşı taraftan şüphe ve elem duyuyor. Maalesef, kimse haklı çıkmayacak, görünen yarış daha kızışacak, kimse kazanamayacağı için herkes kaybetmiş olacak. Çünkü mücadele yöntemi ikna etme, itibar etme, izah etme mütekabiliyetinde; dikkat etme, sağduyu ile dinleme ve anlama yöntemi değil, kazanmaktan ziyade kaybettirme yöntemi.