KÜLTÜR
Yerliliğin ç/ağrısı
Hece dergisinin son sayısını(191/Kasım2012) Hayriye Ünal'ın hazırladığı genç şairler oturumu için almıştım. Şiir üzerine konuşan şairlerin sınırlı sayıda şairin adını anmalarından yola çıkarak şiirdeki parçalanma veya "ben özelim" halini görmek için önemli bu oturum. Derginin gündem sayfalarında yer alan Necip Tosun'un kaleme aldığı "İnternet, Kitaplar Arasında Adaleti Sağlayabilir mi?" ve Robert McCrum tarafından yazılan "Profesyonel Kitap Eleştirmenleri Amatörlerden Daha İyi mi?" başlıklı yazıları kültür piyasasını nasıl işlediğini anlama sürecine katkı yapacak nitelikte. Hasan Aycın Fethi Gemuhluoğlu'nu çizmiş bu sayıda. Cahit Zarifoğlu'nun Gemuhluoğlu için söylediklerini hatırlattı bu çizgi bana. Keşke, Aycın tanınan ve herkesçe bilinen kişilere armağan ettiği bu tarz çizgilerini birer yazıyla destekleyerek bir albümde toplasa. Hiç şüphesiz böyle bir kitabın Aycın külliyatı içinde sağlam bir yeri olur.
Derginin "Yazarlar ve Klasikleri" dosyasını okurken aklımda Necati Cumalı'nın "Büyük Kitaplar" yazısı vardı. Dün okulda öğrencilerle konuşmuştuk bu yazıyı. Tevrat, İncil, Kuran, İlyada ve Odysseia'yı anlatan, anlatmakla kalmayıp aynı zamanda öneren bu çapaksız yazı klasik denilince akla gelen Batı edebiyatı ve düşüncesi kapsamındaki eserlerden ötesine işaret etmesi bakımından değerli bir yazıdır. Şunu fark ettim: Cumalı'nın zikrettiği beş büyük eserden ilk üçünü hiç anmamış Hece'nin bu sayısındaki yazarlar. Şimdi şunun üzerinde durmamızın yeridir: Soldakilerin anmaması doğal görülebilir belki ama solda olmayanların-Lütfi Bergen haricinde- Tevrat, İncil ve Kuran'ın adını bile anmamaları düşündürmeli bizi. Bu unutma hali bugünü dosdoğru değerlendirmek için kılavuz olabilir bence.
Sırası gelmişken söyleyeyim, Hece'nin son iki sayısı daha derli toplu çıkmaya başladı sanki. Duyduğuma göre Hüseyin Su'un önümüzdeki ay Hece Öykü'de bir öyküsü yayımlanacakmış. Cemal Şakar'dan Işık Yanar'a uzanan "muhacirler" geri gelir mi, bilemem ama dergide görülen değişiklikler hayırlı gelişmelerin olacağının işareti. Keşke derginin son sayfalarına biraz daha özen gösterilse, hatır için yapıldığı hissedilen kitap odaklı söyleşiler yerine bu kitaplar üzerine yazılar (da) yer alsa ya da Mustafa Şerif Onaran artık Hece'de yazmasa dergi biraz daha ele gelir olacak bence. Şairlerin şiirlerinin iki bölüm halinde yayımlanması bazı şairler için alınganlık oluşturacak gibi. Birinci sınıf şairler başta, ikinci sınıf şairler sonda şeklinde algılanmaya müsait bir tertibi var şairlerin ve şiirlerin. Sanırım Hece'nin yeni seyri devam edecek, statik olma durumundan kurtulacak.
Dergiyi okuyup bitirdikten sonra yerlilik üzerinden söz almaya çalışan yazının İslâmcılık karşısında konumlanışı üzerine bir şeyler söylenmesi gerektiği kanaatine vardım. Bahsettiğim yazıyı Murat Erol yazmış. Yazının başlığı şöyle: "Postmodern Parçalanmaya Karşı Bütünsellik, Tutarlılık ve Yerlilik."
"ZAMANSAL TUTARSIZLIK"
Erol'un yazısında söylediklerine geçmeden önce yerlilik meselesinin Türkiye'deki düşünce dünyasında ele alınışına dair birkaç hususu hatırlatmak istiyorum. Doksanlı yıllarda veya alacakaranlık kuşağının ikinci perdesinin sonlarına doğru yerlilik meselesi gündeme gelmişti. Tedriciliği ihmal eden kör radikalizmin bunalttığı bazı isimler yerlilik kontenjanına hemen dâhil oluvermişti. Aradan yıllar geçti yerlilik AKP'li yıllarda tekrar gündeme gelir gibi oldu. Gelir gibi oldu diyorum. Çünkü eskiden konu üzerine söz alan isimlerin neredeyse hiçbiri bu konuda yazı yazarak veya konuşarak bir şeyler söyleme gereği duymadı. İki binli yıllarda sadece Anlayış dergisinin bir sayısının kapağında yerlilik vurgusu vardı. Ama konu hakkındaki kavramsal tartışmalar Birikim dergisinin doksanlı yıllarda hazırladığı sayının ötesine geçemedi. Hece'nin yerlilik konusunda hazırladığı sayı, daha kapsamlı olmasına rağmen tartışılmadı bile. Fakat Birikim'in hazırlamış olduğu "yükte hafif pahada ağır" yerlilik sayısı hem Yeni Şafak'ta hem de Haksöz dergisinde tartışılmıştı. Ömer Laçiner ise bu yazılardan yola çıkarak bir başka yazı yazmıştı.
Yerliliğin pabucunun dama atıldığını düşündüğüm bir vasatta bunları niye söyledim? Yerlilik konusu son aylarda birkaç dergide tekrar gündeme getirilmeye çalışılıyor. Sözlerim yanlış anlaşılmasın ortamın düşünceden kaçmaya çalıştığı ve neredeyse herkesin aforizmaya tav olduğu düşünülürse yararlı olabileceği sanılabilir bu yazıların. Fakat daha esaslı sorunların da olduğu unutulmamalı. Yerliliğin İslâmcılık karşısındaki hakikati veya "kültürel şiddeti" geçmişte şu olumlamayla titremişti: "Tercüme hareketleriyle gelişen altmış sonrası İslamcılığı yerli değildir". "Bu toprakların İslamcılığına ricat etmeliyiz." Ne var ki, aradan geçen yıllarda bu hakikatin ikinci kısmından pek bir şey kalmadı. Gayet iyi bildiğimiz yerlilik söyleminin hakikati aslında tam bir kolajdır. Üstelik hınçla takviye edilmiş bir kolajdır bu. Kuşku yok ki meselenin bu yönü anlaşılmadan yerlilik üzerine ne söylenirse söylensin söylenenler parlak sözler olmanın ötesine geçmeyecektir. Yapay olarak yer'e vurgu yapmış olsa da kaynakları, temel argümanları bakımından suçlama mecburiyetinde olduğu ideolojiler kadar küresel kavramlardan beslenir. Fakat her ne hikmetse bu beslenme hâlinden ustaca sıyrılmaya, kendini saklamaya çalışır. Böyle vahim bir durumun nasıl olabildiğini yazının devamında bir örnek üzerinden göstermeyi düşünüyorum.
Gelelim Murat Erol'un bütünlüğe vurgu yapan yerlilik odaklı yazısının dediklerine. Yazıda pek çok düşünce var. Kimi zaman düşünce kimi zaman edebiyat üzerinden ilerliyor yazı. Bazen analitik bazen de izlenimci bir havaya yaslanıyor. Edebiyat ve düşüncenin ayrılmamasına dönük olarak yapılan vurgu bütünselliğe işaret ediyor. Tabi onun kastettiği bütünsellik sanırım "tevhid" değil. Yazının arasına dahil olan bazı parçalar yazarın birilerine cevap verdiği izlenimini oluşturuyor, fakat bunun analitik olma niyetiyle kaleme alınan bir yazıda yapılması esasında bir parçalanma durumunun göstergesi. Ardından Atasoy Müftüoğlu'unun yazı tarzını anımsatan "zamansal tutarsızlık" konulu paragraf geliyor. Doğrusu bu yazıyı okurken yazılı metinlerde sıkça yinelenen "postmodern" ifadesinin bir klişeye dönüşmüş olduğunu düşünmeden edemedim. Eleştirel metinlerin postmodernizme çatmadan veya daha az çatarak kaleme alınabilmesinin bir yolu yok mu? Elbette postmodernizm matah bit şey değil. İki de bir şeytan taşlar gibi bunu anıp durmanın zararları da hesap edilmeli değil mi? Bir zamanlar kurucu düşünceye vurgu yapan bütün yazların paradigmaya başvurması gibi bir durum postmodernizm için de geçerli. Herhalde şunu söyleyebiliriz: Postmodern kelimesi ve türevleri günümüzün eleştirel olmaya niyetlenen metinlerinde aynı zamanda bir "dil tiki" oluşturmuş durumdadır. Tıpkı toplumsalı okurken seksen sonrasını tümüyle depolitik olarak okuma yanlışlığına düşülmesi örneğinde görüldüğü üzere bu tarz açıklama tiklerinin kimi zaman bazı gelişmeleri örtme işlevi gördüğü de unutulmamalı.
Yazının giriş kısmı, Türkçedeki postmodern literatürün yerlilik cihetinden bir okumasını sunuyor. Giriş dediysem nerdeyse sona kadar devam eden bir giriş bu. Bu uzun giriş yerlilik söyleminin bir yıkımın, bir zihni çöküşün neticesi olduğunu da gösteriyor aslında. Yazının ara başlıklarının tümünü yerlilik söylemi için de kurmak mümkün. Erol şöyle diyor yerlilik söylemini tahkim ederken: "Gelip duracağımız yer yerlilik olacak. Yerlilikle bağ kuramayan insanlar hem tarihi hem de güncel bir tutarlılıktan da uzaktırlar. Yerlilik bir duruş, bir tavır, tarihin hareketlenerek bugüne gelmesi ve devamlılığının sürmesi ise, devamlılık silsilesinin dışına çıkmak ne getirir ne götürür?"
YERLİLİK ÜZERİNE BAZI SORULAR
Ardından İslâmcılığın Seyyid Kutub damarını yerliliğe yaslanarak çatıyor. İslâmcılık tartışmalarında "hem Yunus Emre hem Seyyid Kutup" şeklinde formüle edilebilecek bakışı melezleşmenin bir göstergesi olarak görüyor yazar. Haksız değil bu eleştirisinde. Öte yandan Seyyid Kutub ve J.F.Lyotard'ı "orada bir değer" Yunus Emre ve Sezai Karakoç'u "burada bir değer" olarak görme yaklaşımı milliyetçi bir ton taşıyor. Erol, bunları söylerken ötelemeden ve önemsizleştirmeden yapalım diyor, fakat hem öteliyor hem de önemsizleştiriyor. Hakkaniyetli bakıştan uzak bu çıkarımlar. Hele Lyotard ve Kutub'u aynı düzlemde ele alarak oraya yerleştirmesi ve buradan uzak tutması izah edilebilir gibi değil. Yerli malı yurdun malı hikâyesi! Bu yüzden onun yerliliği konumlandırmasında milliyetçiliğin bilincinde yer edinen kimi tortuları teşhis edebilmek mümkündür. Tortular yani kadim eğilim ve refleksler. Namık Kemal'in Tunuslu Hayreddin Paşa eleştirisine kadar götürülebilecek reflekslerdir bunlar.
Murat Erol'la yüz yüze tanışıklığımız yok. Onu öven cümleler kadar ona çatan/sataşan cümleler de okudum. Şimdilik sadece yerlilik konusunda çok hevesli olduğunu söyleyebilirim. Düşüncelerini, vardığı sonuçları beğenmiyorum. Öyle sanıyorum ki yerliliği melez bir formda kurmaya çalıştığından bihaber. Okudukları arasında kurduğu bağların çok sahih olmaması bunun bir kanıtı.
Samimiyetinin veya bazı isimleri olumlamasının mahiyetini bütünüyle kavrayamadığım yazara haksızlık etmek istemiyorum ama hayranlıkla anılan yerlilik kanaatimce çok yersiz ve milliyetçi bir taktik. Üstelik bunun "yapma yerlilik" olarak anmayı uygun bulduğum versiyonu daha da yersiz. Ne yazık ki, "yapma yerlilik"ten yol alan yazar, yazısında düşünsel soyağaçları farklı olan isimleri (Nurettin Topçu-Sezai Karakoç, Rasim Özdenören-İsmet Özel) aynı kavram setine dahil ederek çok şikayet ettiği "hem o hem bu" şeklinde bir melezleşmeyi taçlandırdığının hâlâ farkına varabilmiş değil. Terminolojisini kuramamış olan yazar, bazı metinlerinde Sezai Karakoç'tan beslendiğini söylüyor ama kimlik üzerine odaklanan postmodern metinlerden beslendiği çok açık. Zira yazılarının kaynakçalarına bakıldığında bu net bir biçimde gözüküyor. Bence düşünceleri sistematik olmadığı gibi özgün de değil. Sezai Karakoç'u, Nurettin Topçu'yu kendince yerlilik üzerinden düzenlemeye çalışıyor. Yerliliğin bir ideoloji formu olabileceğini söylüyor ki bence külliyen yanlış bir şey. Bu yüzden yazarın gördükleri kadar göremediklerinin işaretleriyle yüzleşebilmesi için öncelikle kendi yazılarını şikâyet ettiği durum üzerinden tekrar okuması gerekir.
Paramparça edilmiş algı ve idrak biçiminin şu sorulara cevap vermesi gerekir: Adem'den Son Allah Elçisi'ne kadar oradan da günümüze gelen İlahi Hitabın oluşturduğu geleneği yerlilik nazarındaki anlamı nedir? Yazara ayrıca şunu da sormak gerekir: Hz. Muhammed yerli mi? Yerlilik olarak ifade edilmek istenen durumu örf olarak düşündüğümüzde yerliliğin bir ideoloji olarak kurulması ne kadar mümkündür? Yeni gelenek denilen şey nedir? Modernizm ve postmodernizm karşısında hangi bilgiye yaslanarak sahih bir alan ve birikim imkanı sunmaktadır? Yerliliğin Türkiye için taşıdığı önem milliyetçilikten farklı mı? Yerliliği deforme edenler kimlerdir? Merhum Akif'in derdini anlamadan klişe bir biçimde teknik ve ahlak tartışması yapmak ne kadar adaletli? Üstelik bunu sosyal medyada dahil olmak üzere teknik imkânları sonuna kadar kullanarak söylemek büyük bir çelişki değil mi? Yerliliğin model olduğunu nereden anlayacağız? Allah aşkına yerlilik dini algılama ve yaşama konusunda bize Türk Müslümanlığı dışında ne vaat edebilir? Birkaç defa okuduğum yazıda en başta bir kavram ve yöntem sorunu olduğunu gördüm. Kant'ın "görüsüz kavramlar boş, kavramsız görüler kördür" deyişinde olduğu gibi kavram ve olgular arasında bir tekabüliyet ilkesi aradım ama boşuna. Doğrusu gelişigüzel yapılan yerlilik güzellemesi dışında okuduğum yazıda bu sorulara bir cevap bulamadım.
Şu da var: Murat Erol, yerlilik konulu yazılarını kitaplaştırdığı zaman yazdıklarının değerini bütünlüklü olarak ele almak ve hüküm vermek mümkün olacaktır. Ercan Yıldırım, planı belli olmasa da teması belli olan bu kitaba şimdiden bir ad bile bulmuş: "Yerlilik Kitabı". Bekleyip göreceğiz yerliliğin yeni hallerini ve kültürel taktiklerini.