KÜLTÜR
İstiklâl Şairi Mehmet Akif Ersoy
Ailesi
Mehmet Akifin annesi Emine Şerif Hanım, aslen Buharalıdır. Anne ve baba tarafından Buharadan gelmiş, Tokatta doğmuş idi.
Babası Mehmet Tahir Efendi ise Arnavut idi. O gün için Osmanlı topraklarında olan Arnavutlukun Kosova ili, İpek Beldesi, Şuşısa (Foşiçe) köyünden Nurettin Ağanın oğludur. İlk tahsilini memleketinde yaptıktan sonra İstanbula gelmiş, medrese eğitimi almış ve müderris olmuştur. Medresede aynı isimde başka öğrenciler de vardı. Temizliğe önem verişi ve titiz oluşundan kendisine Temiz Tahir Efendi denmiştir.
Üstad Akifin, Nuriye isminde ve Arif Efendiyle evlenmiş bir kız kardeşi vardı.
1910 yılında, annesini hacca gönderdi.
Babası İpekli Temiz Tahir Efendi, 1888de vefat etti. Tahir Efendi, Nakşî şeyhlerinden Hacı Feyzullah Efendiye müntesip idi.
Kendisi Mısırda iken de, 1926da Annesi Emine Şerif Hanım, 90 yaşında vefat etti.
Çocukluğu
Mehmet Akif 20 Aralık 1873te İstanbul Fatih, Sarıgüzel mahallesinde doğdu. Ebced hesabıyla doğum tarihine uyduğundan Ragiyf adı verildi. Ancak bu isim kolay söylenemiyor ve değişik şekillerde telaffuz ediliyordu. İlerleyen yıllarda Akif adını aldı. Ama babası bu ismi kullanmaya devam etti.
Geleneğe uyarak 4 yıl, 4 ay, 4 günlük olunca mahalle mektebine gönderildi.
Ardından Fatih İptidai Mektebine (İlkokul) başladı. Aynı yıl babasından da dini dersler ve Arapça eğitimi almaya başladı. Mehmet Akif, babasının kendisine uzun yıllar hocalık yaptığını söyler. Fatih Merkez Rüşdiyesine (ortaokul) devam ederken, diğer taraftan da Esad Dededen Gülistan ve Mesnevi okudu. 7-8 yaşından itibaren İbnül-Emin Mahmut Kemal ile birliktelikleri oldu. Beraber ders okudular, şiirler yazdılar. Çünkü babası, onun özel hocası idi.
Fatih Rüşdiyesini bitirdikten sonra Mülkiye İdadisine (lise) yazıldı.
Eğitimi
Annesi ve babası çocuklarının eğitimiyle özel olarak ilgileniyorlardı. Babası meslek seçimini kendisine bıraktıysa da annesi oğlunun müderris olmasını istiyordu. Fakat bunun için herhangi bir baskı yapmadı. Babası, oğlunun eğitimiyle çok ilgilenirdi. Sadece derslerine değil, temizliğine, kahvaltılarına da dikkat eder, okula hazırlardı.
Mülkiye Mektebinin ikinci kısmına başladığı 1888 yılında babası ve hocası Tahir Efendinin vefat etmesi, aileyi sarstı. Mehmet Âkif, devam ettiği okulu bırakıp yeni açılan Baytar Mektebine yazılarak, kısa yoldan meslek edinmeyi tercih etti. Babasının vefatından bir müddet sonra da evleri yandı.
Çocukluğunda başlayan edebiyat, ilim sevgisi, ona pek çok şiirler yazdırdı. Daha sonra hepsini imha ettiği şiirlerini, 1892de yayınladığı Destûr ile kamuoyuyla paylaştı.
Okul yılları boyunca Mehmet Âkifin bir başka ilgi alanı da spor idi, özellikle de güreş Bu durumu annesi hoş karşılamasa da, bir müddet sürdürdü.
Halkalı Baytar Mektebini, 1893 yılında birincilikle bitiren Mehmet Âkif, Zıraat Nezareti Umur-u Baytariye Islahı Hayvanat Müfettiş Yardımcısı olarak göreve başladı.
Öğrencilik döneminde olsun, memuriyet döneminde olsun, Mehmet Âkifin bilmemiz gereken en büyük özelliği onun sürekli ilim peşinde koştuğu, sahip olduklarıyla yetinmediği ve kendisini hep geliştirdiğidir.
Bu amaçla çocukluğundan itibaren Arapçayla ilgilendi ve Arapçayı mükemmel öğrendi, icazet aldı.
Memur iken İskeçeli Hafız İsa Efendiye devam ederek Kur`an-ı Kerimi ezberledi.
Bazı arkadaşlarının da destekleriyle Farsça ve Fransızcayı mükemmel bir şekilde öğrendi.
Evliliği Ve Çocukları
İstanbullu Mehmet Emin Efendinin kızı İsmet hanımla 1898 yılında evlendi.
Üç kız, üç de erkek olmak üzere altı çocuğu oldu.
Kızlarından Cemile, Ömer Rıza Doğrul ile evlendi.
Feride, Ford firmasının Türkiye yetkililerinden Muhittin Beyle evlendi.
Küçük kızı Suad Hanım ise, Subay Ahmet Ali ile evlendi.
Erkeklerden İbrahim 1.5 yaşında öldü.
Diğer iki oğlu ise Emin ve Tahirdir.
Mehmet Âkif ailesine bağlıydı. Çocuklarını yetiştirebilmek için hep gayret etti. Ancak erkek çocukları konusunda başarılı olduğunu maalesef söyleyemeyiz. Bunda en büyük neden, görev icabı sık sık şehir dışına çıkması ve Kurtuluş Savaşı yıllarında yine İstanbulda değil cephede ve Ankarada oluşudur. Mehmet Âkif Mısıra gittiğinde de çocuklarını yanına almış gereken eğitimi vermeye çalışmıştır. Mektuplarında, bu konuyu hep işlemiş, üzüntü ve sevinçlerini dostlarıyla paylaşmıştır.
Resmi Görevleri
Okulunu 1893 yılında birincilikle bitiren Mehmet Âkif, Zıraat Nezareti Umur-u Baytariye Islahı Hayvanat Müfettiş Yardımcısı olarak göreve başladı. Bu yıldan itibaren dört yıl boyunca, Rumeli, Anadolu ve Arabistanın çeşitli bölgelerinde görevli olarak bulundu.
Bu görevine ek olarak zaman içerisinde değişik görevler üstlendiğini görüyoruz:
1906da, Halkalı Ziraat Mektebi`ne "Kitâbet-i Resmiye Muallimi"
1907de, Çiftlik Makinist Mektebi`ne "Türkçe Muallimi"
23 Temmuz 1908de "Umûr-i Baytariye Dairesi Müdür Muavini"
İlmi ve edebi yetkinliğinden dolayı aynı yıl Darulfünûn (Üniversite) Edebiyat Fakültesi "Edebiyat-ı Umumiye" Muallimliği.
Bunların yanı sıra fahri olarak, İttihat ve Terakki Partisinin İlim Kurulu (Heyet-i İlmiye) üyesi olarak Arapça dersler verdi ve Dârül-Edep isimli bir okulda fahri öğretmenlik yaptı. 1914 yılında, Dârül-Hilafetil-aliyye Medresesinde Türkçe/Edebiyat Muallimi oldu.
Hiç kimseye haksızlık yapmayan, yapılmasına da rıza göstermeyen Mehmet Âkif, 11 Mayıs 1913te Müdürünün haksız yere görevden alınmasına tepki göstererek Veterinerlik İşleri Genel Müdür Yardımcılığından istifa etti. Böylece yirmi yıl süren memuriyeti sona ermiş oldu.
Görüldüğü gibi resmi memuriyeti sıradan ve masa başında olmayan Mehmet Âkif, devlet adına bazı heyetlerle birlikte önemli görüşmelerde de bulunmuştur. 1914de Devlet tarafından görevlendirilen bir heyet ile Almanya`ya gönderildi. Orada, pek çok incelemelerde bulundu, Batıyı tanıma fırsatı buldu. Almanyaya gidiş gayesi, elinde esir bulunan Müslümanlara yapılan muameleleri gözlemlemekti.
Aynı yıl, Mayıs ayı ortalarında, aşiret ve kabilelerin Osmanlıya bağlılıklarını sağlamak amacıyla görevli olarak Arabistan`ın Necîd bölgesine gitti. Ekimde döndü.
Ağustos 1918de çok önemli bir göreve getirildi. Şeyhülislamlığa bağlı ilmi bir kuruluş olan Dârüül Hikmetil-İslamiyyenin başkâtibi oldu. İki yıl sonra da başkâtiplik üzerinde kalmak üzere Dârül Hikmenin asil üyesi ve bu Cemiyetin yayın organı olan Ceride-i İlmiyyenin genel yayın yönetmeni oldu.
1922 Eylül başlarında TBMM kararıyla İslâmî Araştırmalar ve Te`lifler Akademesi`ne üye seçildi.
Edebiyat Ve Basın Hayatı
İslam Şairi Mehmet Âkif, gençliğinden itibaren edebiyat dünyasının içindeydi. Sürekli ilmi ve edebi sohbet ve toplantılarda bulunuyordu. Devrin âlimleri ve edebiyatçılarıyla birlikte oluyor, hem kendini geliştiriyor hem de etrafındakileri aydınlatıyordu.
Bilinen ve elimizde olan en eski şiiri, 19 yaşındayken yazdığı Destûr adlı şiiridir.
Ağırlıklı olarak, 27 Ağustos 1908de Meşrutiyetin ilanından sonra Ebülula Mardin ve Eşref Ediple birlikte çıkardığı Sırat-ı Mustakim dergisinde şiir, yazı ve tercümelerini yayınladı. Bu dergide yayınladığı ilk şiiri Fatih Camidir. 1912de bu dergi, adını Sebilurreşad olarak değiştirdi.
Kendisi basına çok önem verir, âlim ve edebiyatçıları yazmaya, yazdıklarını yayınlamaya ve insanları aydınlatmaya teşvik ederdi. İçinde yer aldığı bu iki dergi, o günkü şartlarda sadece İstanbul değil, tüm İslam coğrafyasında, Rusyada ve pek çok yerde takip ediliyordu. Kurtuluş Savaşında Eşref Ediple birlikte Kastamonu, Ankara ve Kayseride yayın yapması da basına verdiği önemi gösterir.
Sıratı Mustakimin dışında, Mektep, Maarif, Resimli Gazete, Servet-i Funun dergilerinde de, şiir, yazı ve tercümeleri yayınlandı.
Bugün elimizde bulunan ve yedi bölümden oluşan Safahatı şu tarihlerde yayınladı:
1911: Safahat (Birinci Kitap)
1912: Süleymaniye Kürsüsünde (İkinci kitap)
1913: Hakkın Sesleri (Üçüncü Kitap)
1914: Fatih Kürsüsünde (Dördüncü Kitap)
1917: Hatıralar (Beşinci Kitap)
1924: Âsım (Altıncı kitap)
1933: Safahatın yedinci ve son kitabı olan Gölgeler Kahirede yayınlandı.
Üstadın bazı şiirleri, kendisi hayatta iken Arapçaya da çevrilmiştir. 1932de İstiklal Marşı, Bülbül, Küfe, Süleymaniye Kürsüsünden gibi şiirleri buna örnektir.
Kendisinin Doğu ve Batı üstadlarından yaptığı çeviriler de bulunmaktadır.
Dini Hayatı
Mehmet Âkifin, dini inancı sağlam ve kuvvetliydi. Ailesinden aldığı temel bilgileri daha sonra geliştirerek sağlam bir kişilikle birleştirmiştir. Biz Âkifi bu sebeple camide mukabele okurken, ders alırken, vaaz verirken, ayet ve hadisleri şiirlerine serpiştirirken görürüz.
Referans olarak İslamı aldığını ve şunu haykırdığını görürüz: Problemlerin çözümünün, ülkenin ayakta kalışının yegâne yolunun; dinin sağlam, doğru ve asli kaynaklarından öğrenilip, hurafelerden uzak bir şekilde uygulanmasından geçer.
Ve Onu, dine yönelik saldırılarda net bir duruş sergileyip, sonucunun ne olacağını düşünmeden tavrını ortaya koymasında, Tevfik Fikrete yazdığı şiirde, Peygamber Efendimizi küçümseyen bir adamı paylamasında görürüz.
Aktif Yaşam Ve Kurtuluş Savaşı
Çok geniş bir alanda olmasa da kendi yakın çevresiyle hep aktif, verimli ve canlı bir yaşam süren Mehmet Âkif, Osmanlı Devletinin yaşadığı buhranlara sessiz kalmamıştır. 1887de başlayan Türk-Yunan savaşı, Balkanlarda alevlenen çatışmalar, 1908de 2.Meşrutiyet ilanı, 27 Nisan 1909da Abdulhamid Hanın tahttan indirilmesi, 13 Nisan 1909daki 31 Mart ayaklanması, 1914de Osmanlının Birinci Dünya Savaşına dâhil olması gibi konuları, hassasiyetle takip etti, bunlara tepkiler verdi.
İttihat ve Terakki Partisine üye oldu. Ancak üyelik yemininde, cemiyetin tüm kararlarına kayıtsız şartsız uyacağıma bölümüne itiraz etti ve hayırda, doğruda uymaya söz verdi. Bu şartla üye oldu. Bir müddet sonra da yanlışlarını görünce muhalif oldu.
Osmanlının milliyetçilik hareketleri ile ciddi bir dağılma sürecine girmesi karşısında, yazı ve şiirleriyle çok çırpındı. Müslüman topluluklara, yazdığı Yeis Yok, Azimden Sonra Tevekkül gibi şiirlerle, ümit ve gayret aşılamaya çalıştı.
Sebilurreşad vasıtasıyla mandacılığı reddediyor ve İslam Birliği tezini işliyor, ülkenin bağımsızlığını savunuyor, işgal edilmeye başlanan toprakların kurtarılması için halkı cihada ve birliği bozmamaya çağırıyordu.
Sadece çağırmıyor aynı zamanda fiilen koşturuyordu da. Şubat 1920de Yunanlıların İzmiri işgaliyle başlayan Kuvâ-yı Milliye hareketine destek olmak için Balıkesire geçti. Vaaz ve konuşmalarla halkı bilinçlendirdi, örgütledi.
Devam eden ay ve yıllarda Kurtuluş Mücadelesi için köy köy, şehir şehir koşturdu. Bu amaçla, Eskişehir, Antalya, Afyon, Konya, Kastamonu, gittiği belli başlı illerimizdir.
23 Nisan 1920de okunan hatim ve Buhariler, kılınan Cuma namazı sonrası yapılan dualarla Büyük Millet Meclisinin açılışına yetişemedi ancak bir gün sonra oradaydı.
Burdur`dan Mebus seçildi. Ankarada Taceddin Dergâhında kaldı. Kendisinden habersiz olarak Bigada yapılan seçimde en yüksek oyu aldı ama Burdur milletvekilliği esas alındı.
Konyada çıkan isyanı bastırmak için şehre gönderildi.
Ekim 1920 ve sonrası Kastamonu ve çevresinde bulundu. Kastamonuda Nasrullah Paşa Camiinde verdiği vaaz bir manifesto niteliğinde oldu, halkı galeyana getirdi. Sadece Kastamonu değil tüm Anadolu, Mehmet Âkifin vaaz ve hutbelerinin coşkusu altındaydı. Çünkü Eşref Edipin çabalarıyla Sebilurreşadın Anadolu yayını Kastamonuda başlamış, dergi on binlerce basılarak, halka ve askerlere dağıtılmıştı.
O manevi bir kahramandı.
İstiklal Marşı
7 Kasım 1920de Genel Kurmay Başkanlığının isteği üzerine İstiklâl Marşı için yarışma açıldı. Yarışmaya 724 şiir katıldı. Böylesi önemli bir yarışmaya, para ödülü olduğu için M. Akif katılmadı. Hasan Basri Çantay, Eşref Edip ve en son Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Tanrıöverin ısrarları üzerine ve şayet şiiri birinci olursa ödül vermeyeceklerine dair güvence vermeleri şartıyla Taceddin Dergâhında şiirini yazdı.
21 Mart 1921de TBMMde Mehmed Akifin yazdığı İstiklal Marşı, ittifakla Milli Marş olarak kabul edildi, marş defalarca okundu, her mısraı alkışlandı. Akif 48 yaşında İslam Şairi olmanın yanı sıra Milli Şair de olmuştu.
Mustafa Kemal Paşa, İstiklal Marşının okunduğu sırada, ayağa kalkmış, büyük bir coşkuyla sevincini ifade etmiştir. Daha sonra arkadaşlarına, en çok şu mısraları beğendiğini ifade etmiştir: Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet/ Hakkıdır, Hakka tapan milletimin istiklâl
Yasa gereği kendisine verilen 500 liralık ödülü, Mehmet Akif, Dârül-Mesâi adlı hayır kurumuna bağışladı.
İstanbula Dönüş
Kurtuluş Savaşında aktif olarak yer alan, milleti şuurlandıran ve milletine ebedî bir marş kazandıran Mehmet Âkif, 1923de meclisin yenilenmesi kararından sonra, Mayıs ayında İstanbula döndü. 11 Ağustos 1923te açılan 2. dönem meclise Mustafa Kemal Paşa tarafından alınmadı. Bunda kendisinin düşündüğü inkılâplara Mehmet Akifin bir muhalif görülmesinin etkisi olabilir. Çünkü 1922de İstiklal Mahkemelerin kurulması oylamasında, muhalefet etmişti.
Mehmet Akif 50 yaşında İstanbula dönmüştü.
Akifin dönüşü sonrasında Ankarada çok önemli kararlar alındı. Cumhuriyet ilan edildi (1923), Halifelik kaldırıldı (3 Mart 1924), Şeriyye ve Evkaf Bakanlığı kaldırıldı (1924), Kurtuluş Savaşının bir numaralı savunucusu Sebilurreşad kapatıldı, derginin sahibi ve yayın müdürü Eşref Edip tutuklandı (1925), türbe ve zaviyeler kapatıldı (1925), memurlara şapka giyme mecburiyeti getirildi (1925), İsviçre Medeni Kanunu uyarlanarak kabul edildi (1926), Anayasadan, Devletin dini İslamdır ibaresi çıkarıldı (1928), Latin harfleri kabul edildi (1928), Kuran harflerinin kullanılması yasaklandı. Okullarda Arapça dersler kaldırıldı (1929) v.s.
Bunlar Mehmet Âkifin anlamakta zorluk çektiği şeylerdi. Ama tüm bunların yanı sıra, kendisinin sanki bir rejim yıkıcısıymış gibi muamele görmesi ve kendi ifadesiyle arkasından hafiye dolaştırılması onu fazlasıyla perişan etti.
Kuran-ı Kerim Meali
Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bir taraftan sosyal ve siyasal alandan dinin esasları silmeye çalışırken diğer taraftan da İslam Diniyle ilgili çok önemli bir karar aldı. 21 Şubat 1925 tarihinde TBMM kararıyla, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından Kur`an-ı Kerim meali, tefsiri ve hadis şerhi hazırlama görevi verildi. Tefsir hazırlama, Elmalılı Hamdi Yazıra, Hadis Şerhi hazırlama Ahmed Naim Babanzadeye, Türkçe meal görevi de Mehmet Âkife verildi. Mehmet Âkif Ersoy, önceleri bunu kabul etmedi ancak, hazırlayacağı mealin, Elmalılının yazacağı tefsirle birlikte yayınlanması şartıyla kabul etti.
Kendisine bu görev verildiği sene Mısıra hicret etti. Ve orada bu işle yoğun olarak meşgul oldu. Sonunda 1929de çalıştığı meali bitirdi. Ancak vefatına kadar tashihlerde bulundu, meali teslim etmedi. Bunun en önemli sebebi, hazırladığı Türkçe mealin, namazlarda okunma korkusu idi. Böylece o yıllarda sıkça konuşulan ve bazı camilerde uygulanmaya da başlanan Türkçe ibadet meselesine alet olma endişesi idi.
Devlet adına Türkçe Meali almaya giden Hikmet Bayur gibi görevlilerin yanında, Meali isteyen dostları da eli boş dönüyorlardı.
1936 yılında, hazırladığı meali, Yozgatlı Müderris İhsan Efendiye bırakarak; dönersem senden alırım, dönemezsem yakarsın diyerek vasiyet etti. İstanbuldan dönemeyen Mehmet Âkifin bu vasiyeti 1961 yılında gerçekleşti. Müderris İhsan Efendi, ölüm döşeğindeyken, Mehmet Akifin kendisine bıraktığı emaneti, yakmalarını vasiyet etti ve böylece iki vasiyet de gerçekleştirilmiş oldu.
Mısır Hayatı
Üstad Mehmet Âkif Ersoy, Mısıra yabancı değildi. 1914 yılında iki aylık bir seyahati olmuştu. İstanbula döndüğü yılın Ekim ayında, Abbas Halim Paşanın davetlisi olarak Mısıra gitti ve kışı orada geçirdi. Ertesi yıl yine Mısıra gitti ve kış mevsimini orada geçirdi, baharda İstanbula döndü. Fakat 1925 yılı sonunda gittiği Mısırdan vefatına beş ay kala 1936 Ağustosunda döndü.
Mısır ikameti Âkifin; yarı misafirlik yarı gönüllü sürgün dönemidir.
Bu yüzden çilelerle, gelecek adına korkularla, yokluklarla, sıkıntılarla, hastalıklarla ve bir de içinde sevinç ve endişe barındıran bir ruh haliyle yaptığı Kur`an meali çabalarıyla geçti.
Orada, dostlarıyla görüşmeleri, mektuplaşmaları, bazı Cumalar Kahireye gitmeleri dışında hep Hilvanda kaldı. Hilvan Kahireye uzakça bir yerleşim yeriydi.
Orada kendisi için farklı bir meşguliyet olarak, 1929dan 1936yakadar süren, Kahire Câmiatül-Mısriyye Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Müderrisliğini hatırlatabiliriz.
1934 yılında kendisini Mısırda misafir eden, yakın dostu Abbas Halim Paşa vefat etti. Bu kendisini çok üzdü.
Çok geçmeden 1935 yılından itibaren de kendisi hastalandı. Bir ara, hava değişimi için Lübnana ve Antakyaya gitti. Halk kendisine çok ilgi gösterdi. Ama sağlığı açısından pek değişen bir şey olmadı.
Memleketinden ayrı vefat etme korkusu onu, İstanbula gelmeye sevk etti ve Akif bu hissiyatla kararını verdi.
Vefatı
17 Ağustos 1936 yılında özlediği vatanına ayak bastı. Kendisini dostları gözyaşları ile karşıladı.
Tedavilerin fayda vermeyeceği anlaşıldı ama düzenli kontrolleri yapıldı.
Tarih 26 Aralık 1936, günlerden pazar ve saat 19.45 iken dünya bir değerini daha kaybetti.
Üstad Mehmet Âkif Ersoy, Mısır Apartmanında gözlerini ebedi âleme açtı.
Resmi zevatın ilgisiz kaldığı cenazesini, üniversite öğrencileri sahiplendi.
İstiklal Marşı, dualar ve Kur`an-ı Kerimler eşliğinde, eller üzerinde götürülüp defnedildi.
1960da Akif`in mezarı Edirnekapı Şehitliği`ne naklolundu.
Allah rahmet eylesin. Âmin
Mehmet Nezir Gül