KAMU
Toplu Sözleşme Masasının Altında ve Üstünde Kalanlar-2
3. Dönem Toplu Sözleşme görüşmelerinin ilk oturumundan sonra konfederasyon başkanları medya aracılığıyla beklentileri ifade eden açıklamalar yapıyor; bu açıklamalarla tansiyon artıyor, potansiyel yükseliyordu. Kamu Görevlileri Sendikaları Heyeti Başkanı Ali Yalçın, sanırım ‘zaman kaybetmemek için zemini önceden teşhis etmek gerekir’ diye düşünüyor olacak ki günde birkaç kez televizyon programına katılıyor, mutat olarak Kamu İşveren Heyeti’nin masaya mutlaka teklifle gelmesi gerektiğini söylüyordu.
Nitekim Cuma gününe denk gelen oturum başlamadan önce koridorlarda daha önceki yılların aksine Bakan Faruk Çelik’in ilk kez teklifi basına açık bir şekilde sunacağı konuşuluyordu. Bu farklı uygulama kimi tahmini, kimi temenni düşüncelerle değerlendiriliyor; basın önünde olacağına göre hükümet çok iyi bir teklif verecek yorumu ağırlık kazanıyordu. Yoksa hükümet kendi aleyhine olabilecek bir duruma basını niye şahit tutsundu.
Salonda hazırlıklar tamamlandı. Kameralar Kamu Görevlileri Sendikaları Heyeti’nin arkasına, Bakan Faruk Çelik’i tam karşıdan görecek şekilde konuşlandı. Oturumu açan Bakan Çelik, umulanın ötesinde hükümet olarak ilk yıl için 4+4, ikinci yıl için de 3+3 oranında yüzdelik zam teklif ettiklerini ifade eder etmez; Heyet Başkanı Ali Yalçın, çoğu kişinin şaşkın bakışları arasında yerinden kalktı, onu gören tüm yetkili sendika genel başkanları da hemen ona tabi oldular. Herkes ‘acaba ne yapacaklar’ diye düşünürken, Heyet Başkanı Yalçın, “Teklifleri tartışılacak tek yetkili konfederasyon olarak bu teklifi tartışmaya dahi değer bulmadıklarını, Cuma gününün feyz ve bereketinden istifade ederek mali ve vicdani tekliflerimizi yeniden kamu işveren heyeti olarak siz değerlendirin, biz konfederasyona geçiyoruz, kasa açılırsa telefonumuz açık” diyerek heyetiyle salonu terk etti. Bu olaylar cereyan ederken, ben dâhil herkesin alışkanlıklarında bir eprime, bilincinde bir örselenme oldu. Ne yani, masa yeni kurulmuş, oturum yeni başlamış, Bakan Çelik daha on cümle ancak kurmuştu, bu tepki beklentileri karşılamaya yönelik bir tepki idi, bu belliydi ama bugüne kadar edindiğimiz alışkanlıklara aykırıydı. Ali Yalçın, ezber mi bozuyordu, bu işin sonrası nereye varacaktı? Bizler daha öncesinde alışmıştık, hükümet teklif eder, konfederasyonlar sırayla söz alır, tartışılır, uzar giderdi. Ali Yalçın oranı beğenmeyip, hükümete tepki verip, masayı terk ederek neyi murat ediyordu? Bu ani durumun karmaşıklığını diğer konfederasyon başkanlarının jest ve mimiklerinde de görmek mümkündü, herkes ayağa kalkınca ne bildiler kalksınlar, ne bildiler kalsınlar. Sonucunun ne olacağını bilemedikleri tuhaf bir şeyle karşı karşıyaydılar. Kalksalar Ali Yalçın’a tabi olmuş olacaklar; bu, kurumlarında sorgulanacak, kalsalar bir şeyleri izahatta zorlanacaklardı, nitekim ikincisi oldu.
Heyet Başkanı Ali Yalçın ve tüm yetkili sendika başkanları onunla birlikte salondan ayrılınca, Bakan Faruk Çelik de oturumun bittiğini, üzerine düşünüldükten sonra bir sonraki oturumun iki gün sonra Pazartesi gerçekleşeceğini söyleyerek, salondan ayrılmak için ayağa kalktığında İsmail Koncuk ve Lami Özgen bu duruma itiraz ederek, ‘bizim de konuşma hakkımız var, bizim de değerlendirmelerimiz alınmalı, bu durumu kınıyoruz’ şeklinde sitem ve itirazda bulundular, nafile…
Önceki yazımda, Ali Yalçın'ın teyakkuz halinde salonda birkaç açıya konumlanmış, her anı çeşitli zaviyelerden görüntülemeye alesta bir basın ekibinin olduğundan bahsetmiştim. İşte organize ekip; toplu sözleşmeye damga vuran ve yıllarca hafızalarda kalacak olan “an”ı objektifinden tüm ülke sathına yansıtarak gündemi buraya odakladı. Artık toplu sözleşme sürecine yönelik tüm okumalar heyet başkanı ve yetkili sendika genel başkanlarının ayağa kalkıp zam oranına tepki verdiği, onlarla aynı sırada oturan iki konfederasyon başkanının oturarak onları dinlediği bu fotoğraf üzerinden yapılıyor, konfederasyon başkanları da bu durum üzerinden demeç veriyorlardı. Salonda ise fısıltı halinde “demek ki sıralar aynı ama saflar aynı değil” yorumları yapılıyordu. Kamu görevlilerinin menfaati gereği, sıraları aynı hizada olanların safları da aynı omuzda olmalı değil miydi?
Bu sürpriz tavır karşısında, Bakan Çelik’in de salondan ayrılmasıyla, kendilerini üzerinden yorgan çekilmiş gibi hisseden iki genel başkan, ne yapalım der gibi birbirine baktı; kızgındılar, şaşkındılar, hazırladıkları onca cümle ağızla gırtlak arasında düğümlenip kalmıştı. Bari hali ahvalimizi lalüebkemliğimizi birlikte kameraların karşısına geçerek kınama yapmakla iktifa edelim dediler. Ancak tüm kameralar oturdukları yerin arkasındaydı. Kameralar değil, yer değiştirmesi gerekenler kendileriydi. Yerlerinden kalktılar, Kamu İşveren Heyeti Başkanı’nın tarafına geçip, yerine de oturarak, Bakan Çelik için pozisyon almış kameraların karşısına bu sefer kendileri yerleştiler.
Aynı anda Kamu Görevlileri Sendikaları Heyeti Başkanı Ali Yalçın’ın ve tüm hizmet kollarında yetkili Memur-Sen’e bağlı sendika genel başkanlarının da bir açıklama yapacağı haberi salona geldi. Basın ikiye bölündü. Bir tarafta içeride sansasyona yönelik cümlelerin çıkacağı şaşkın, sıcak bir hal, diğer tarafta merak edilen tepkinin ve ayağa kalkmanın altında yatan gerçekliğin vuzuha ereceği an; ikisi de önemli, ikisi de acil kodlu, bir olayın koynunda mündemiç iki haber aynı anda aynı hıza muhtaç, çare yok.
Ben salonda kalarak, İsmail Koncuk ve Lami Özgen’in baştan beri paslaşarak getirdikleri bu süreçte, yan yana geldiklerinde nasıl bir düete tutuşacaklar; ideolojik geçmişi itibarıyla birbirine hayli uzak, üye yoğunlukları gibi kökleri de Anadolu’nun zıt iki kutbuna dayanan bu zıtlığın hangi tonda koroya dönüşeceğini görmek istedim.
Hatırladığım kadarıyla, Türk Eğitim-Sen, Eğitim-Sen’den yetkiyi almak için yoğun çaba gösterdiği yıllarda, eğitim çalışanlarına Eğitim-Sen’le alakalı hayli yaftalı mahut hikayeler anlatmış, ne kadar öcü olduklarını, yetkiyi bunlara bırakmanın memleketi satmak anlamına geleceğini, vatan sevgisinin tescili için yetkiyi soldan alıp sağa vermek gerektiğini hikaye etmişti. Birkaç senedir devam eden siyaseten duygusal yaklaşım, benzerlikten çıkıp bir birleşen olmuş ikiz tutum şimdi bu toplu sözleşmede aynı fotoğraf karesine girerek kader ortaklığı yapıyor, izomorfik (eşbiçimli) bir görüntüyle tarihin geliş yönünün aksine bir dönüşüm herkese açık cereyan ediyordu. Gerçeklerden ari, yara saranlarla yan yana; tarihten deruhte, bedel ödeyenlere bedel ödetenlerle kol kola bir resim; ayağa kalkanların yanında oturarak, oturanların dibinde demeçlerine omuz vererek gerçekleşen bir mutasyon sosyal hafızaya nakşediliyordu. Şehitlerimiz nedeniyle eyleme gitmiyoruz bahanesine sığınanlar, yara saranların yarasını sararak çelişkiyi geçim yöntemi olarak belirleyebiliyordu.
Sözü önce Lami Özgen aldı ve “Bugün bir peşkeşe daha şahit olduk. Teklif enflasyon oranın altında kalmıştır. Bakan, bizleri burada bırakarak kaçmıştır, Cuma namazının feyz ve bereketinden bahsetmek, buna sığınmak takiyeciliktir” şeklinde bir konuşma yaptı. Lami Özgen, süreç boyunca “Cuma namazı”, “sadaka”, “takiye” kelimelerini diline pelesenk ederek, her fırsatta dil darbesiyle dini argümanlara ironik yaklaşmayı maharet saydı.
İsmail Koncuk ise, “Sayın Bakan Çelik teklifi basının huzurunda açıklayacak deyince biz de çok yüksek bir oran olmalı ki basına açık yapıyor diye bekledik, gördük ki yanıldık. Bakan’ın bizi dinlemeye niyeti de, takati de yok, bizden kaçıyor, bunu anlamıyorum, bu tutumunu kınıyorum. Heyet Başkanı Ali Yalçın’ın niye ayağa kalktığını anlamadım, yüksek bir zammı aldı? Yetkili Konfederasyon taleplerimizi istemekten dahi korkuyor, havuz medyası da bizim bazı taleplerimizi sulandırıyor, bugün burada toplu sözleşme bitmiş gibi konuşmak da doğru değil” diyerek dağınık şaşkınlığını üzerinden atamadığını belli eden sitem dolu bir konuşma yaptı.
Lami Özgen’in, “Burada bir peşkeşe şahit olduk” cümlesini daha toplu sözleşme imzalamadan kurmuş olması, salonda sonuç ne olursa olsun ben kararımı çoktan verdim, ön yargısının itirafı gibi algılandı. Nitekim İsmail Koncuk bu hataya düşmemek için durumu toparladı.
Türkiye’de siyaset ve sendika arenasında çok kötü bir hastalık var. İki alanda da muhalefet gerçeklere dayanan, ideallere uzanan bir yöntem üzerinden değil, tam bir karşıtlık duygusuyla, durumsal maslahatlara göre yapılıyor. Gerçeklere yaslanmayan, milletin veya üyenin duygusuna, beklentisine uygun, ilkeli ve tutarlı muhalefet yapılmadığı için muhalif pozisyonda olan parti ve sendikalar, yapıcı bir unsur olmaktan çok yıkıcı bir unsur olarak algılanabiliyorlar. Kurdukları aşırı yaftalamalı dil sadece kendi zeminini daha da sertleştirirken, aynı zamanda da çoraklaştırıyor; üye ve seçmenini daha da kemikleştirmekten öteye geçemeyip, gelişmeye ve yenilenmeye ket vuruyor. Bu eksiklik, ülkemiz demokrasisinin en büyük kaybı olarak hâlâ hanemizde yazılı durmaya devam ediyor.
Bir sonraki yazımızda ‘bu fotoğraf, siyasi çevrelerde nasıl okundu, sosyal medyada nasıl bir yankı buldu, başkanlar o “anı” özel ortamlarda ve TV programlarında nasıl anlattılar, bu süreçte kamu çalışanları niye, kime ikna oldu? Bu oturma düzeni doğru mu’ sorularına cevap aramaya çalışacağım.
ADEM ALTAN