Ahmet Gök
Firavun mu Kazanacak Musa mı?
Mısır’da Firavun ile Musa arasında yaşanan mücadelenin asırlar boyu sürdüğünü ve bundan sonra da süreceğini son olaylar açıkça ortaya koymuştur. Peki kazanan kim olacak? Bu sorunun cevabını vermeden önce Mısır’daki gelişmelerin dünü, bugünü ve geleceğini ele almak gerekiyor.
Birinci ve İkinci Dünya Savaşları sırasında İslam dünyasının emperyalistlerin işgaline uğrayıp, Müslüman ülkelerde kukla rejimlerin kurulmasıyla Müslüman halklar tarihin en ağır zulüm ve ihanetleriyle karşı karşıya kaldılar. İnançlarına, değerlerine ve onurlarına yapılan saldırıların ardı arkası gelmedi. Bu bağlamda Mısır’ı ele alacağım: 6 Ekim 1981'de Enver Sedat’ın bir suikast sonucunda öldürülmesi üzerine Mısır’da Hüsnü Mübarek Ülkenin başına geçti. Hüsnü 1981'de ilan edilen ve halen devam eden sıkıyönetim ile olağanüstü yetkilere sahip oldu ve bu yetkileri muhalif sesleri bastırmak için kullandı. Mısır’daki insan hakları ihlalleri Mübarek’in otokrat yönetim tarzının en açık göstergesi oldu. Hüsnü Mübarek kendi halkına sırtını döndü ve ABD ile İsrail’in müttefiki olarak hareket etti. "Sırtını Amerika'ya dayayarak zulüm üzerine kurulu iktidarını sürdürmeye çalışan, Filistin işgalcisi, Siyonist rejime gardiyanlık yapıp Gazze'ye ambargo uygulayan diktatör Hüsnü Mübarek’in geçmişindeki lekelerin tümünü anlatmam imkansız. 30 yıl halkına zulmeden bu firavun, Tunus’ta başlayan Arap Baharının devamı olarak Mısır’ın başından büyük bir halk hareketiyle defedildi.
Sonra seçim yapıldı ve Mısır’da ilk defa halkın oylarıyla bir cumhurbaşkanı seçilmiş oldu. Batılı güçler de bu halk hareketini sözde destekler gibi göründü ancak sonuç onları hiç de memnun etmemişti. Çünkü Mısır’ın başına onların çıkarlarına hizmet etmeme potansiyeline sahip bir müslüman, Muhammed Mursi geçmişti.
Peki sonra neler oldu. Mısır’ın seçilmiş ve %50’den fazla oy almış Cumhurbaşkanı’na kendi ülkesinde yapılmayan kalmadı. Önceki dönemin ceberrut bürokratları hala görev başındaydı ve Mursi’yi çalıştırmamaya karalıydılar. Önce Anayasa Mahkemesi Meclisi feshetti. Bu Mursi’yi yalnız bırakma hamlesiydi. Çıkardığı yasaların hemen hemen hepsi Anayasa Mahkemesinden döndü. Ekonomiyi yönetenler özellikle sıkıntı oluşturmaya çalışıyorlardı. Petrol kuyrukları halkı canından bezdiriyordu. Sokaklar bile temizlenmiyordu, pislik içindeydi.(bunlar bana 12 Eylül Darbe öncesi tüp, yağ vs. kuyruklarını hatırlattı)
Bu arada Mursi’nin gerçekleştirdiği birkaç icraata da değinmekte fayda var. Örneğin; Mübarek döneminde yapılan bazı ticaret anlaşmalarını iptal etmesi önemli. Bunlardan biri bizi de ilgilendirdiği için ifade etmek istiyorum: Mübarek ile Güney Kıbrıs arasında yapılan bir doğal gaz anlaşması vardı. Mursi göreve geldikten sonra bu anlaşmayı Akdeniz’e sahili olduğu halde dışarıda bırakılması uygun olmayan Türkiye ve Kuzey Kıbrıs’ı da dahil ederek yeniledi. Avrupa ülkeleri kendi pastalarından Türkiye’ye pay verilmesini hiç de hoş karşılamadılar. Son 1 yıl içinde yani Mursi döneminde Türkiye ile Mısır arasındaki ticaret hacminin 5,5 milyar doları aşmış olması da Batıyı ayrıca rahatsız etti. Mısır’da kıpti liderlerden biri yaptığı bir açıklama’da “Mısır ve Türkiye gibi ülkelerin böyle devam ederse bir islam birliği oluşturabileceğini” ifade edip “buna engel olunmalı” diye açıklama yapmıştı.
Derken ABD, AB başta olmak üzere Batılı ülkeler ve Mısır’daki demokratik gelişmelerin kendi ülkelerine de sıçramasından korkan diktatörlerin yönettiği, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri gibi bazı Arap ülkelerinin dışarıdan, sermaye, medya ve saf dışı bırakılan muhalefetin içeriden destekleriyle, Mısır’daki seçilmiş meşru cumhurbaşkanı, gayrı meşru bir darbeyle alaşağı edildi.
Darbeden bir gün sonra haberlerde petrol kuyruklarının sona erdiği ve sokakların temizlendiğini dinledik. Sanki sihirli bir el dokunmuş ve petrolü çoğaltmıştı. Darbe ile ülkeye düzen geldiğini göstermek istercesine sokaklar temizlenmiş, derlenip toparlanmıştı. İhvan’ın tüm yöneticileri tek tek tutuklanmaya başlandı. Mal varlıklarına el konuldu ve büroları yağmalandı.
Darbecilerin ilk icraatlarına gelince, ilk olarak sağlam bir hristiyan olan Anayasa Mahkemesi başkanı Adli Mansur’u Cumhurbaşkanı yaptılar. 1400 yıl aradan sonra ilk kez Mısır’ın başına bir hristiyan geçmiş oldu. Peşinden de İsrail’i memnun etmek için Filistinlilerin dünyaya açılan tek kapısı durumundaki Refah sınır kapısını kapattılar. Birinci hamle Batıyı memnun etmeye yönelikti, ikinci hamle de İsrail’i. Arap baharından sonra görevden alınan bazı devlet memurları da eski görevlerine geri getirildi. Yani devrilmesi gereken vesayet tekrar devletin başına gelmiş oldu.
Peki ya Başbakan kim oluyordu? (ki son dakikada darbeciler kendi içlerinde anlaşamadıkları için vazgeçtiler) Batının yıllarca doyurup, besleyip, büyütüp Mübarek denen diktatörün devrilmesinden sonra piyasaya sürdüğü ancak pirim yapmayan biri vardı. Bilmem hatırladınız mı?(ama Allah cc. var adamı iyi hazırlamışlar, baksanıza Nobel Barış ödülü ile süslemekten bile kaçınmamışlar herifçioğlunu. Kulağa ne hoş geliyor değil mi Nobel Barış ödüllü bir Başbakan.) Evet dostlar bildiniz BARADEY. (Burada bu örnekle, iki yüzlü, kahpe Batının kirli yüzünü gizlemek için ürettiği ve kendi taşeronlarına ve hizmetkarlarına sunduğu bu ve benzeri göstermelik, sözde ödülleri de daha iyi anlamış oluyoruz. Bizde ki bazı vatan hainleri de Batı’dan benzer şekilde ödüller alıveriyor ya: Örneğin, Türkler Ermenileri katletti diye kitap yazıyorsun hemen EN İYİ YAZAR ÖDÜLÜNÜ kapıveriyorsun.) Aslında o mu daha şerefsiz yoksa bunu maşa olarak kullanan emperyalist ve siyonist güçler mi onu da okuyanların taktirlerine bırakıyorum. Bu arada bu oyunun gönüllü figuranlığını oynayanları da unutmamak lazım.
Peki darbecilerin atadığı hristiyan Cumhurbaşkanının ilk icraatı ne olabilir sizce: Mansur şereflisi! kendinden önceki Firavun gibi, Mazlum Filistin Halkının dünyaya açılabilmesini sağlayan tek kapısı olan Refah sınır kapısını kapatıveriyor. Ve Gazze yeniden açık bir cezaevine dönüştürülüyor. Kimlerin kimlere diyet ödediği aşikar değil mi kardeşlerim?
Gelelim batılı ülkelerin tutumuna. Daha önce kaleme aldığım bir yazıda şunu yazmıştım "DEMOKRASİ” Batının helvadan putudur. Hz. Ömer diyor ya: “2 şey vardır unutmadığım. Birincisini ne zaman hatırlasam ağlarım. İkincisini de ne zaman hatırlasam gülerim.” Hz. Ömer’in ne zaman hatırlasam ağlarım dediği vakıa Müslüman olmadan önce kendi kızını diri diri toprağa gömmesi hadisesidir. Gülerim dediği olayı ise “İslam öncesi dönemde seyahate çıkarken helvadan putlar yapardık ve onlara tapardık. Acıktığımızda ise onları yerdik.” Şeklinde anlatıyor. İşte Batının demokrasi anlayışı da aynen böyledir. Bakın sömüreceği bir ülkeye saldırmak için oraya "DEMOKRASİ" götürme bahanesine sarılıyor, ama bir ülkenin başına DEMOKRATİK yollarla, ülkesini Batıya sömürtmeyecek insanlar geldiğinde DEMOKRASİ putunu mideye indiriveriyor. İşte bunun son örneğinde BATIYI MISIR'da ki seçimle gelmiş meşru hükümete, (BATI özellikle ABD kendi çıkarlarına hizmet etmediği için,) yapılan açık darbeyi utanmadan ve yüzü bile kızarmadan savunurken görüyoruz... Yüzsüz herifler Darbeye Darbe bile demiyorlar.
Başta ABD olmak üzere Batı ülkelerinin ve Batının uşaklığını özümsemiş, iyice içine sindirmiş Arabistan, Birleşik Arap Emirliği gibi ülkelerin insanlık açısından utanç verici açıklamalarını bir kenara bırakalım. Çünkü bu ülkelerin Çıkarlarına uygun olmama, İsrail’in güvenliğini tehdit etme gibi birçok, Mursiyi istememe ve darbecileri destekleme sebepleri var. Onlar kendilerine yakışan adiliği yapadursun, burada asıl biz müslümanların ve tüm emperyalizm karşıtlarının görmesi gereken bir şey var; 1989’da Doğu Bloku, 1991’de de SSCB’nin dağılmasından sonra, Emperyalizm yaşadığı ilk şokun akabinde ihtiyaç duyduğu düşmanı aramaya başladı: Kapitalizm ve emperyalizm düşmansız olmazdı çünkü. Hayali de olsa düşman olmalıydı ki içerde bir birlik sağlansın ve sömürü düzenleri sorgulanmasın. “Bak büyük düşman saldırır ha ona göre korunmak istiyorsan bize sığın.” stratejisini hep kullandılar. Örneğin, Türkiye’yi NATO’nun ve dolayısıyla ABD’nin kucağına iten “Bakın Ruslar gelecek biz sizi koruruz.” mantığını özümsetmiş olmalarıydı. Aynı şekilde Ruslar da ABD gelirse siz görürsünüz gelin biz sizi koruruz diyerek birçok ülkeyi yanlarına almayı başarmışlardı. Daha doğrusu yanlarına değil de emirleri, mandaları altına almayı.
Ne diyordum evet Emperyalizme lazım olan düşman demiştik. Doğu bloku dağılınca, emperyalist güçler kendilerine yıllardır unutturmaya çalıştıkları İslam’ı düşman olarak seçmişlerdi. Aslında İslami açıdan bakıldığında doğru bir seçimdi. (Çünkü emperyalizm ve kapitalizm zaten İslam’ın baş düşmanıdır. O yüzden Onların hakim olduğu dünyada gerçek İslam’ın asla tüm öğretileriyle uygulanmasına müsaade edilmemiştir. Örneğin; israf: kapitalizmin en temel silahlarından biri olan tüketim çılgınlığının sonu anlamına geliyor. Şehadet, cihat: emperyalizme karşı boyun eğmeme sömürü düzeniyle hayatı pahasına mücadele edebilme anlamına geliyor. Bu öğretileri arttırmak mümkün.)
İslam’ın Emperyal güçlerce düşman olarak seçilmesi hadisesini ilk kez Merhum Erbakan Hocanın Batı ve Batı’nın İslam’a bakışını anlatmak için kullandığı anekdotla öğrenmiştim.
“…1990 yılında İskoçya’da NATO toplantısı yapılırken, o günün İngiliz Başbakanı Margaret Thatcher, aynen şunları söylüyor:
Şimdi Sovyetler Birliği artık dağıldı iflas etti, NATO’yu artık devam ettirecek miyiz, ettirmeyecek miyiz? Elbette ki “NATO’yu devam ettireceğiz. Ancak düşmanı olmayan bir ideoloji yaşayamaz. Bugüne kadar düşmanımız, Sovyetler Birliği idi. Bunun vasıtasıyla biz de, hayatiyetimizi idame ettirdik. Şimdi o dağıldı, düşman yok! Öyleyse “Gevşeyelim, NATO’yu ortadan kaldıralım” demeyelim. Böyle dersek biz de yok oluruz. Yeni bir düşman icat etmemiz lazım ve o düşmanla mücadele etmemiz lazım ki; kuvvetlenelim, güçlenelim. O düşmanı icat etmemize lüzum da yok, Çünkü o düşman zaten var, O düşman da İslam’dır. Dolayısıyla, şimdi NATO olarak İslam ile mücadele edeceğiz.”
Thatcher, Sovyetler dağıldıktan sonra bunları söylüyordu. Hemen arkasından da NATO, düşman işaretini “KIRMIZI” yerine “YEŞİL”e çevirdi. YEŞİL, İslam’ı işaret ediyordu, kırmızı da Komünizmi işaret etmek için kullanılıyordu. Ardından Amerika’da yapılan birtakım NATO manevralarında düşman şehirlerinin adı Müslüman şehirlerinin ismiyle çıkmaya başladı…”
İslam’ın düşmanlığını pekiştirmek için El-Kaide benzeri örgütler kurdurup kendi kendilerine saldırı bile düzenlettirdiler. İşte bakın bu vahşi, terörist müslümanların, demokrasiye kavuşturulup, terbiye edilmeleri için Batılı, üstün, seçkin beyaz adamın orantılı! güç kullanıp onları ezmesine, ırzına geçmesine, işkenceye maruz bırakmasına, malına mülküne, yer altı ve yerüstü zenginliklerine el koyup sömürmesine ihtiyaçları vardı. Ve bu şerefsiz medeni dünyanın itibarlı! temsilcileri bunları kendi menfaatleri için yapmıyordu! Aklıma kızılderililere yıllarca reva gördükleri muameleler ve dünyaya da tam tersiymiş gibi göstermeyi başardıkları geldi. Amerikan kovboy filmlerini hepimiz hatırlarız. Medeni, güzel, temiz, iyi yürekli beyaz adam, hiçbir kural tanımayan, vahşi kızılderililere karşı durur. Ve bize gösterilen bu yalancı tabloda hepimiz beyaz adamın yanında yer alırdık. Halbuki gerçek şuydu: Beyaz adam milyonlarca kilometre öteden gelmiş, kendi topraklarında, mutlu, huzurlu, kendi halinde yaşayan zavallı insanları bu topraklardan çıkararak onlara ait güzelliklere ve zenginliklere sahip olmak istemişti. Kendi topraklarını, vatanını çok az imkanlarıyla savunmaya çalışan insanları da vahşi, uzlaşmaz, medeniyetsiz kimseler olarak yutturmuştu. Halbuki kendi müzelerinde sergiledikleri kızılderili kafaderilerini unutmuşlardı. Milyonlarca insanı öldürüp kafaderilerini yüzeceksin, bunu yapana ödül vererek teşvik edeceksin, bu kafaderilerini müzelerinde utanmadan sergileyeceksin, sonra da insani değerlerden, medeniyetten bahsedeceksin.
İstiklal şairimiz Akif’in dediği gibi:
“…Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz...
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz…”
Evet Canlar, Emperyalizm Doğu Blokundan sonra talihsiz bir şekilde kendine düşman olarak İslam’ı seçmişti. Bu, yakın vadede İslam coğrafyasını, uzun vadede ise Emperyalistleri olumsuz etkileyecek bir talihsizlikti. Aslında emperyal güçler de uzun vadede kendilerini yok edebilecek bir düşman seçtiklerini bir süre sonra fark ettiler. Bu yüzden durumu lehlerine çevirecek hamleler yapma çabasına girdiler ve bazı önlemler almaya çalıştılar, bir takım projeler ürettiler. Örneğin, Ilımlı İslam Projesi bunlardan biriydi. Ilımlı İslam projesi kapsamında İslam sulandırılacak bazı öğretilerinden arındırılacak ve onların istediği şekle sokularak daha baş edilebilir bir düşmana dönüştürülecekti. Şehadet ruhundan, Cihat ruhundan koparılmış, direnmeyen adeta hristiyan öğretilerindeki gibi sağ yanağına tokat atıldığında sol yanağını dönebilecek bir islam anlayışı. Seçdikleri bu düşmana biçtikleri rol de: Vahşi, barbar, geri kalmış, ve terbiye edilmesi gereken bir adam rolüydü, en önemlisi de bu adam TERÖRİST idi. Evet İslam ile terörizmi özellikle birlikte ifade etmelerinin en önemli sebebi buydu. Dünyanın gözünde, İslamı gerçekten bilen ve yaşayan müslümanları tüm dünyaya böyle göstermeleri gerekiyordu. Çünkü gerçek islam ve samimi müslüman Emperyalizm ile yanyana gelemez, Ona boyun eğemezdi. İşte bununla ilgili bazı ayet ve hadisler: “Ne zulmediniz ne de zulme uğrayınız.”, “Haksızlık karşısında susan dilsiz Şeytandır.”, “İsraf haramdır.”, “İnsan yeryüzünde Allah’ın cc. halifesidir.”, “Yeryüzünde fitne çıkarıp bozgunculuk yapanlarla Allah cc. yolunda savaşın.”, “Fitne yok olup din tamamen Allah’ın cc. oluncaya kadar onlarla savaşın.” Bu ayet ve hadisleri çoğaltmak mümkün. Bu ayetlerden veya hadislerden sadece birine bile sarılsa müslümanlar emperyalizme karşı galip gelebilirler. Çünkü görüldüğü gibi İslam’da sömürüye boyun eğme yoktur. Mücadele vardır. Ayrıca yeryüzünde Allah’ın cc. halifesi olması münasebetiyle bir müslüman dünyanın neresinde bir zulüm varsa onun karşısında olma, nerede bir mazlum varsa onun da yanında olma mesuliyetini de taşımak zorundadır. Ayrıca dinimizin gereklerinden biride şudur: “Mazlumun dini sorulmaz.” Yani ezilen sömürülen kim olursa olsun, hangi ırktan, hangi dinden, hangi inanış sisteminden olursa olsun onun yanında olmamız gerekir. Bu bize dinimizin emridir. Bu da Emperyalistlere sömürecek alanın kalmaması anlamına gelir. Çünkü İslam sadece müslüman mazlumlara yardım edin demiyor. Ezilen, sömürülen tüm mazlumlarını aynı kefeye koyuyor. İşte emperyal güçler bunu farkettikleri için İslamı sulandırılarak Ilımlı İslam oluşturmak istemekteler. Onların planları varsa Allah’ın da cc. planları vardır. Onlar istese de istemese de ilahi kaide gerçekleşecek “Hak gelecek ve Batıl zail olacaktır.” Mısır’ın Musaları, Mısır’ın Firavunlarını Allah’ın cc. izniyle Nil’e gömmekle kalmayacak, Emperyalizmin adeta eceli gelen köpek misali kendine düşman olarak seçip kendi sonunu hazırladığı İSLAM, emperyalizmi yeryüzünden ebediyyen silecektir. Onlar istemese de Allah cc. nurunu tamamlayacaktır.
Peki burada bize düşen, yapmamız gereken nedir?
İslam’ın Emperyalizme karşı yürüttüğü bu savaş Adem ile İblis arasında ki savaş kadar büyük ve önemli bir savaştır. Ve bu savaşta herkesin safını iyi seçmesi gerekiyor.
Bu büyük savaşta hattı müdafaa yoktur. Sathı müdafaa vardır. O satıh da bütün dünyadır.
Büyük Savaş Sahnesi ve cephesi dünya olmakla birlikte bu büyük Savaşın küçük cepheleri de söz konusudur. (Bu savaşın cephelerinden bazıları: Türkiye cephesi, Mısır cephesi, Afganistan Cephesi, Irak Cephesi, Suriye cephesi, Filistin Cephesi, Doğu Türkistan, Çeçenya, Keşmir cephesi, Arakan cephesi, Açe, Somali…) Bugün her ülke onların küçük cepheleri durumundadır ve insanlık şu kararı vermek zorundadır. Emperyalizmin, İslam’a karşı açmış olduğu bu savaşta Emperyalist güçlerin yanında mı yer alacağız, yoksa dik duran ve mücadele eden müslümanların yanında mı? Burada müslüman liderlerin de sorumlulukları var: öncelikle dik duruştan taviz vermemeleri gerekiyor. Sonra kendilerini ve savundukları şeyi iyi anlatmaları gerekiyor. Yani duruşlarını, ve kimle nasıl mücadele ettiklerini topluma açıkça ve iyi bir şekilde anlatmaları gerekiyor. Bir de kendileri gibi düşünmeyen, kendileri gibi inanmayan anti-emperyalist insanlara da inanç ve düşünce yapılarına ve yaşam şekillerine saygı gösterdiklerini yeterince anlatıp, onları Emperyalizmle yürüttükleri mücadelelerine dahil etmeleri gerekiyor. Zaferden sonra da bu kardeşlerine aynı şekilde saygı göstererek yaşam alanlarında hürriyet sağlanması gerekiyor.
Buradan İslamdan yıllarca öcü gibi korkutulan anti-emperyalist kardeşlerime Kur’an ı Kerim’in şu ayetleriyle seslenmek istiyorum: “Senin dinin sana benim dinim banadır.” Din de asla zorlama yoktur. “Ey Muhammed sav. sana ancak tebliğ etmek düşer, biz istesek onların hepsi inananlardan olurdu.” Yani kimseyi inanmaya zorlayamazsın ve de zorlama diyor yüce Allah cc. O olmasını istediği birşeye sadece ol! der ve o şey oluverir, buna işaret ederek de bitiriyor yüce Allah cc. Sevgili dostlar şunu ne olur unutmayın: bizi birbirimize düşüren asıl düşmanımız emperyalizmdir.
Bir de, dışardan çare ve ümit beklemekten vazgeçmek durumundayız. Özellikle kendini bize yıllarca medeni dünya diye yutturmaya çalışan Batı’dan. İşte bu son olayda açıkça gördük ki Batı demokrasi falan istemiyor, kendi kontrolünde yönetimler istiyor. Kendi menfaatlerini sağlayan yönetim darbeci de olsa onlar için makbul. Şunu unutmayalım ki Mısır'da yapılan darbe Mursi'nin şahsında Arap baharına yani mazlumların, ezilenlerin diktatörlere karşı onurlu başkaldırışına karşı yapılmıştır. ülkeyi sömüren vesayet sisteminin temsilcilerinin yıllardır ezdikleri, adam yerine koymadıkları halka kaptırdıkları iktidarı yeniden ele geçirme oyunudur. Bu çok büyük bir haksızlık ve zulümdür. "Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır."Onlara Akifçe seslenip devam edeceğim:
***
“Tükürün milleti alçakça vuran darbelere
Tükürün onlara alkış dağıtan kahpelere
Tükürün ehl-i salibin (haçlı) o hayâsız yüzüne
Tükürün onların asla güvenilmez sözüne
Medeniyet denilen maskara mahlûku görün
Tükürün maskeli vicdanına asrın tükürün
Hele ilanı zamanında şu melun harbin
Bize efkarı umumiyesi lazım garbın
O da Allah’ı bırakmakla olur herzesine
Halka iman gibi telkin ile dinin sesini susturan aptalın idrakine bol bol tükürün”…
Anadolu coğrafyasının sahipleri olan bizlerin de önce kendi ülkemizde birlik ve beraberlik ruhumuzu güçlendirmemiz gerekiyor. Ben bu ülkenin alevisi, sünnisi ile Kürt’ü ve Türk’ü ile sağcısı, solcusu ile müslümanı, gayri müslimi ile kısacası tüm üst ve alt kimlikleriyle tüm ögelerini canım gibi seviyorum ve diyorum ki: Zaman Emperyalizm, Kapitalizm ve Siyonizme karşı birlik beraberlik zamanıdır. Türkiyemizdeki Farklılıklarımız zenginliğimizdir. Bunun böyle görülmesi ve kimseyi ötekileştirmeden Türkiyenin alevisi, sünnisiyle, Kürdiyle, Türkiyle, Başörtülüsü, başörtülü olmayanıyla, el ele gönül gönüle olması gerekir. Siyasetin bunu sağlayacak adımlar atması bunu mutlaka sağlaması gerekir.
Sultan Alparslan’a destek için koşup gelen ve Romen Diyojen’e karşı Alparslanın emrinde cihat eden binlerce Kürt kardeşimi unutmamamız gerekir. Anadolu’yu, bize yurt yapmak için, İslam coğrafyasına dönüştürenlerin Hacı Bayram- ı Veliler, Hacı Bektaş-ı veliler, Akşemseddinler, Molla Güraniler, İbrahim Hakkılar, Fakirullahlar… olduğunu unutmamamız lazım. Çanakkalede omuz omuza çarpışan Fatih’in torunlarıyla, Selahaddin’i Eyyubinin torunlarını düşman yapmaya çalışan, Kürt’ü Türk’e, Türk’ü Kürt’e, alevi’yi sünni’ye, sünniyi aleviye, sağcıyı solcuya, solcuyu sağcıya, laiki antilaik’e, antilaiki laik’e kırdırmaya çalışan şer güçleri güldürmeyelim ne olur. Birbirimizi daha çok sevelim. Ve Emperyal güçleri önce ülkemizden sonra bölgemizden, sonra da tüm dünya coğrafyasından defedelim. Dünyaya yeniden gerçek adaleti hakim kılalım. Yunusça duralım, Yunusça seslenelim:
“Gelin canlar bir olalım,
İşi kolay kılalım,
Sevelim, sevilelim,
Bu dünya kimseye kalmaz…”
Son olarak şunu ifade ederek bitirmek istiyorum. Bir müslüman olarak, hatta bir insan olarak birşeyleri eksik yapıyoruz gibi hissediyorum. Sizde de öyle mi bilmiyorum. Örneğin: 2 gün önce Mısırdaki darbeyi kınamak için Gaziantep’te bir yürüyüş tertipledik. Yaşananları ailecek kınadık. “Rabbim zorbalara meydan vermesin. Mısır'ı ve Dünyadaki ezilen, sömürülen müslüman olsun veya olmasın tüm mazlumları zalimlerin, zorbaların vesayetinden kurtarsın.” (AMİN!) dedik
Eylem yaptık, yürüyüş yaptık, basın açıklaması yaptık, sloganlar attık, tekbirler, tevhidler getirdik, hatta dua da ettik ama neden kesmiyor beni bilmiyorum. Artık herşey çok samimiyetsiz geliyor. Kendi kendime bile samimiyetsizim sanki. Bir sürü günaha batmış olarak el açıyoruz. Rabbim bu kirli ellerden ve dudaklardan düşen ve sadece sözlü ifade edilen fiiliyata dönüşmeyen bu duaları neden kabul etsin ki? diye düşünmeden edemiyorum. Bu düşüncelerime Şeytanın vesvesesi diyenleriniz de vardır. Muhtemelen o da olabilir ama asıl beni rahatsız eden sayısı 2 milyara yaklaşmış müslümanın Allah’a cc. “Rabbim bizim rahatımızı bozma sen şu Irak meselesini hallet, Afganistan’a yardım et, Filistin’e imdat eyle, Keşmire, Pataniye, Somaliye yetiş, biz unuttuk ama sen Çeçenyayı, Doğu Türkistan’ı unutma olur mu Allah’ım cc. ey rabbim bak işte sana bir de Mısır sorunu çıktı. Onunla da ilgileniver” dercesine hareket etmesi. Kendi sorumluluğundan kaçması. Yahu Allah-u Teala sormaz mı: “Tüm bunları ben yapacaksam, ey insan senin yeryüzünde ne işin var?” diye. Müthiş bir atalet içindeyiz canlar ve adını da tevekkül koyuyoruz bu durumumuzun. Burada Aklıma Akif’in meşhur şiiri geldi. Onunla bitirmek istiyorum:
***
Bırak çalışmayı, emret oturduğun yerden,
Yorulma, öyle ya, Mevlâ ecîr-i hâsın iken!
Yazıp sabahleyin evden çıkarken işlerini,
Birer birer oku tekmîl edince defterini;
Bütün o işleri Rabbim görür; Vazîfesidir...
Yükün hafifledi... Sen şimdi doğru kahveye gir!
Çoluk çocuk sürünürmüş sonunda aç kalarak...
Hudâ vekîl-i umûrun değil mi keyfine bak!
Onun hazîne-i in`âmı kendi veznendir!
Havâle et ne kadar masrafın olursa... Verir!
Silâhı kullanan Allah, hudûdu bekleyen O;
Levâzımın bitivermiş, değil mi? Ekleyen O!
Çekip kumandası altında ordu ordu melek;
Senin hesâbına küffârı hâk-sâr edecek!
Başın sıkıldı mı, kâfî senin o nazlı sesin:
"Yetiş!" de, kendisi gelsin, ya Hızr`ı göndersin!
Evinde hastalanan varsa, borcudur: Bakacak;
Şifâ hazînesi derhal oluk oluk akacak.
Demek ki: Her şeyin Allah... Yanaşman, ırgadın O;
Çoluk çocuk O`na âid; Lalan, bacın, dadın O;
Vekîl-i harcın O; kâhyan, müdîr-i veznen O;
Alış seninse de, mes`ûl olan verişten, O;
Denizde cenk olacakmış... Gemin O, kaptanın O;
Ya ordu lâzım imiş... Askerin, kumandanın O;
Köyün yasakçısı; şehrin de baş muhassılı O;
Tabîb-i âile, eczâcı... Hepsi hâsılı O.
Ya sen nesin? Mütevekkil! Yutulmaz artık bu!
Biraz da saygı gerektir... Ne saygısızlık bu!
Hudâ`yı kendine kul yaptı, kendi oldu Hudâ;
Utanmadan da tevekkül diyor bu cür`ete... Ha?!