KAMU
Eski Bakan Nimet Baş: Dershaneler Kaldırılamaz
“Dünyanın her yerinde, Amerika’da, Japonya’da, bütün gelişmiş ülkelerde dershaneler var. Yok diyorlar ama var yani. Ben bunların hepsini inceletmiştim zamanında.”
03 Kasım 2013, Pazar
EMANETÇİ BAŞBAKAN HERKESİ RAHATSIZ EDER
Nimet Baş'a iki saat boyunca sormadığım soru kalmadı ama bazı konularda cevap almak mümkün olmadı. Mesela siyasete bir dönem ara vererek Türkiye'de daha önce hiç yapılmamış, çok önemli bir eğitim projesine imza atacağını belirtti ancak içeriğini 'off the record' paylaştı. Darbeleri Araştırma komisyonu sürecinde tuttuğu ve bir kitaba dönüştürmek istediği o çok özel notları, 12 Eylül'de ailesinin neler yaşadığını, manevi dünyasını değiştiren mucizeyi anlatmadığı gibi, boşanma sürecine girmek de istemedi. Buna karşılık, daha önce susmayı yeğlediği dersanelerin kapatılması kararına karşı muhalif duruşunu bu kez saklamadı. Bir önemli uyarısı oldu: Köşke çıkan başbakanlar, arkalarında emanetçi başbakan bırakmamalı.
Her politikacının bir resmi görüşü var, parti tarafından dikte edilen. Bir de özel görüşü. Bir konuda liderinizin tam tersini düşünüyorsunuz.Ama inanmadığınız bir görüşü resmen savunmak zorunda kalıyorsunuz. Bu şizofrenik bir durum değil mi?
Doğru söylüyorsunuz. Eğer öyle olursa şizofrenik bir durum ortaya çıkabilir. Ben inanmadığım bir mesele söz konusuysa eğer hiç savunmadım kamuoyu önüne çıkıp. Sessiz kaldım ama inanmadığım şeyleri söyleme gibi bir çelişkiye hayatımın hiçbir döneminde düşmedim. Bir meseleye ilişkin bir görüşü açıklamıyorsam farklı düşünüyor olabilirim.
Mesela eski bir milli eğitim bakanı olarak dershanelerin kapatılması konusunda ne düşünüyorsunuz?
Ben bu konuda hiç açıklama yapmadım şu ana kadar.
Demek ki bu konuda kapatılması gerektiğine katılmıyorsunuz!
Bugüne kadar çok görüş soruldu bana açıklamayacağım dedim. Buna neden olan şey, aykırı bir fikri ifade etmekten duyduğum rahatsızlık değil, eski bakanlık yaptığım alana ilişkin olduğu içindi. Ben bakanlık yaparken de eski milli eğitim bakanlarının çıkıp bir şey söylemesini hoş karşılamıyordum. Fakat dershaneler konusu çok sağlıklı bir zeminde hiçbir zaman tartışılamadı. Tarihsel süreç ile başlayalım. Merkezi sınavla öğrenci alınmaya başlanması Türkiye'de çok önemli bir değişimin ve dönüşümün de başlangıcıdır. Sadece zenginlerin, ayrıcalıklıların yüksek öğrenime devam edebilmesini değil, bu ülkede yaşayan her gencin, liseyi bitiren her çocuğun bir yüksek öğrenim görme hayalini pekiştirmiştir. Bazen sıkıntılı dönemler olsa da en azından, objektif, adil bir sınavla çocukların yüksek öğrenime gitmesi duygusunun toplumda iyi bir karşılığı vardır. Tabii çok iyi liselerde okuyan çocuklarla Anadolu'nun ücra köşesindeki bir lisede okuyanların eğitim düzeyi eşit değil. Bu adalet duygusunun gerçekleşmesi adına bir süre sonra bu çocukların takviye edileceği eğitim kurumları çıktı.
Siz de gittiniz mi dersaneye?
Ben de gitmiş birisiyim dershaneye. Yabancı dille eğitim yapan İstanbul'daki kolejlere baktığınız zaman biz dezavantajlı gençlerdik ülke için. Ve dezavantajları ortadan kaldıracak bir sistem olarak dershaneler ortaya çıktı. Daha sonra orta öğretim kurumlarına da merkezi sınavla öğrenci alınmaya başlanınca bu dershaneler git gide daha alt sınıflara doğru kaydı. Ve eğitimin adeta alternatifi haline gelecek kadar büyüdü.
Peki kaldırılabilir mi şimdi?
Ben sistemde merkezi sınavla yüksek öğrenime geçiş olduğu sürece dershanelerin işlevlerini sürdürmesi gerektiğine inanıyorum. Yüksek öğrenim görecek genç sayısıyla kontenjanlar arasında büyük bir açık olduğu sürece bu yapılacak. Yüksek öğrenim sınavı bir ölçme değerlendirme sınavı değil. Bir eleme sınavı. Böyle olunca da en çok soruyu yaptırabilen yerler gündeme geliyor. Bir ihtiyacın ortaya çıkardığı bir tablonun o ihtiyacı gidermeden kaldırılması son derece güç. Ve sayısız komplikasyona açık bir konu aynı zamanda. Bir şekilde takviye edildiği zaman kazanabilecek çocuklar için bir tür yaşam koçu dershaneler. Ben milli eğitim bakanıyken en çok duygusal olarak bağlandığım proje, "her çocuk başarır" projesiydi. Bu, Amerika'da uygulanmış. Sosyal şartları itibariyle başarısız olan çocukları takviye eden öğretmenler yoluyla o çocuğu diğerleriyle eşitleyecek bir çaba. Türkiye'de herkes, yoksulluğu, adaletsizliği, eşitsizliği giderecek tek şey olarak eğitimi görüyor. Eğitim bir yırtma aracı herkes için. Mali açıdan tabii bir tablosu var. Ama ortadan kaldırılabileceğine ben şu an itibariyle ihtimal vermiyorum.
YOK DİYORLAR AMA DÜNYANIN HER YERİNDE DERSANE VAR
Peki ne yapılmalı?
Belki bu konudaki araştırmalar üzerinde bir değerlendirme yapılmasında yarar var. Çünkü dünyanın her yerinde, Amerika'da, Japonya'da, bütün gelişmiş ülkelerde dersaneler var. Yok diyorlar ama var yani. Ben bunların hepsini araştırtmıştım. Eğer dershanelere ilişkin başka sorunlarımız varsa bunlara odaklanmak, sistemin bu sorunu niye yarattığını ve nasıl giderilebileceğini konuşmamız gerekir.
Önce okulları adam etmek yani dershaneye ihtiyaç duymayacak hale getirmek mi lazım?
Tabii. O zaman içerisinde olabilecek bir şey zaten. Biz iktidara geldiğimiz zaman yüksek öğrenim kontenjanları ile şimdiki çok farklı. Giderek de artacak. Kontenjanın 1 buçuk milyon, öğrenci sayısının 1 milyon 200 bin olduğunu düşünün. Okullar öğrenci çekmek için uğraşacaklar.
Bu yanlışta ısrar edilmesini neye bağlıyorsunuz?
Dershanelerle ilgili çok fazla şikayet yansıyor siyasetçiye. Çok ücret alındığı, öğrencilerin buna zorlandığı, ailelerin kendini mecbur hissettiği gibi.
Dershanelerin olmaması durumunda yüksek öğrenime geçişte mevcut şartlar itibariyle herhalde eşitsizliğin, adaletsizliğin bozulabileceğine dair bir kanaat yok. Ben bu adalet dengesini bozabileceğini düşünen biriyim.
İKTİDAR BİR KESİMİ YOK ETME MANTIĞIYLA HAREKET EDEMEZ
Bunları ilgililerine söylediğinizde ne diyorlar size? "Cemaatin belini kırmamız lazım" mı diyorlar?
Aslında konunun cemaatle ilgisi yok. Siyasetçi bir kesimi hedef alarak veya bir kesimi yok etme mantığıyla hareket etmez. İktidar partisi olarak bu toplumun dengelerini oluşturan her unsurla bir şekilde diyalog kurmak durumundayız. Bu konuda bir anlaşmazlık ve bir yanlış anlaşılma olduğunu düşünmekteyim. Dershaneler üzerinden bir kesim hedef alınamaz. Kaldı ki dershaneler demek cemaat demek değil ki. Türkiye'de sayısız dershane ve dershanecilik sistemi var. Ve çok daha yüksek ücretlerle, çok daha yüksek gelir elde eden kesimler de var.
Özetle dersaneler kaldırılamaz kısa dönemde diyorsunuz.
Bana öyle geliyor. Bu işin bu kadar büyük bir kavga ve çatışma alanına dönüşmesi de beni üzüyor. Bu konuşarak anlaşılabilecek bir mesele. Bilenler bilmeyenlere anlatacak. Dershaneler sadece yüksek öğrenime de hazırlamıyor. Eğitimin her alanında kurslar var. İngilizce kursları var, müzik kursları var. Bunların hepsi de yüksek öğrenime hazırlayan kurslar gibi milli eğitim bakanlığının verdiği ruhsatlar çerçevesinde. Eğitim ile ilgili bütün elde edilen gelirlerde kayıt içi aslında devlet için. Ve devletin kontrolünde olması ve kontrolünde ilerlemesi olmaması durumundaki kaotik ortamdan çok daha iyidir.
ÇOK CİDDİ SONUÇLAR DOĞURUR
Aksi takdirde neler olabilir?
Bunun ortaya çıkaracağı tablo şu. Eğer bu ihtiyaç varsa, devam ediyorsa toplum ne yapar yapar bir yol bulur ve bu devam eder. Bu devam eder de nasıl eder? Merdiven altı filan diyorlar ama ondan da öte bence. Çok ciddi sosyolojik sorunlar doğurur Türkiye açısından bu. Ben çocuğuma yüksek öğrenime hazırlayacak özel ders aldıracağım. Durumum iyiyse daha avantajlıyım.
Zavallı, öbürleri ne yapacak?
Dolayısıyla eşitlik ve adalet diyorum ya, merkezi sınavın sağladığı şey eşitlik ve adaletken bu eşitliği sağlamak üzere bir tür eğitim koçluğu yapan kurumlar devreden çıktığı zaman dezavantaj olacak
Mafyöz şeyler de olabilir mi?
Yasal denetime tabii olmayan ve şartları görünür bir şekilde denetlenemeyen her şeyin gideceği yer, son derece karanlık ve kaotiktir. Açıkçası anayasaya göre bir engel de var. Konusu suç oluşturmayan her tür ticari girişim teşebbüs hürriyeti içindedir.
KÖŞKE ÇIKAN ARDINDA EMANETÇİ BIRAKMAMALI
Sayın Başbakan köşke çıkarsa Ak Parti'nin hali ne olur? Özal'ın ve Demirel'in başına gelenler aynen yaşanabilir mi? Sayın Gül geçerse partinin başına neler olur?
Türkiye'de siyaset bir tecrübe etme işi olmasına rağmen geçmişten ders alınarak ilerlenmedi. Başbakanımızın köşke çıkması ihtimali bir siyasi bir öngörü olarak değerlendirilirken, daha önce yaşanan siyasi tecrübelerden ders alarak nasıl olmaması gerektiği üzerine çok ciddi bir siyasi kurgu yapılması, sayın cumhurbaşkanının tekrar dönmesi de dahil olmak üzere bütün alternatiflerin formüle edilerek konuşulması ve değerlendirilmesi gerekiyor. Siyaset kurumsallaşamayınca, bu parti ne olur sorusu lider ve liderin ekseninde konuşuluyor. Bir siyasetin bir hareket olarak algılanabilmesi, onun bütün unsurlarıyla organizma olarak hissedilmesi konusunda daha çok çaba sarf etmiş olsaydık bu soruları sormuyor olacaktık. Merkel'den sonra SDU ne olur diye bir soru sorulmuyor mesela.
Demirel'in ve Özal'ın vaktiyle yaptığı hangi hatayı yapmamalı?
Emanetçi bir başbakan bırakılmamalı geriye. Bu herkesi rahatsız eder. Emaneten yapılacak bir şey midir başbakanlık?
Eğer Sayın Başbakanımız köşke çıkarsa aklı partide kalmamalı. Ve parti ile hiçbir şekilde ilgilenmemeli, siyasetçi olarak diyorsunuz.
Anayasa bu şekilde kalırsa tabii. Anayasa cumhurbaşkanının görevini, niteliklerini tanımlıyor. Sayın başbakanımız diyor ki, partili cumhurbaşkanı niye olmasın? Anayasanın da, sistemin de bir şekilde kendi düşündüğü gibi olması gerektiğine inanıyor. Ama şu anki anayasa köşkte tarafsızlığı yüzde yüz gerekli kılan bir yer.
Ama şöyle de bir çelişki var. Halk seçecek. Bu onu durdurur mu yani. Anayasada böyle, ömrümü verdim ama ben hiç partimle ilgilenmeyeyim, der mi, demez mi?
Göreceğiz der mi demez mi?
Dememesi mi lazım size göre?
Bir insanın siyasi bağları kopabilir ama bir insanın kendi partisine olan duygusal bağlarının kopacağına inanmıyorum, duygu dünyasında.
Bu da sorun yaratacak o zaman.
Sorun yaratır, yaratmaz onu bilmiyorum. Kendisi genel başkanken, başbakan olduğunda Abdullah Gül, ben idare edeyim demedi. Görev sınırları içerisindeki çerçeveyi çizmeyi ve bu çizdiğine uygun davranmayı başarabilen birisi. İltifat olarak söylemiyorum. İnanın böyledir. Abdullah Gül'ün başbakanlığı döneminde, bu partinin genel başkanı benim. Ben milletvekili olabilseydim başbakandım deyip başbakanlığı idare etmedi. Etmez. Haa! Elbette orada olan biten her şey onun duygu dünyasını etkileyecektir tabii.
Ama halkın seçtiği bir başbakan olarak partisinin başındaki kişiye ister istemez adı öyle konmasa bile emanetçi muamalesi yapabilir mi?
Başbakanlarla cumhurbaşkanlarının olağan görüşmeleri var. O çerçevede görüşüp kararlaştırırlar. Ben kamuoyu önüne yansıyacak ve toplumda sorun olarak algılanacak bir şey çıkacağını düşünmüyorum.
BİR GÜN BAŞIMI ÖRTER MİYİM?
Üç Ak Partili kadın milletvekili, hac dönüşü başlarını örttüler. Siz de düşünür müsünüz böyle bir şeyi. Bir dönem çok sıcak baktığınızı biliyorum. İmkanlar elverseydi, şartlar olsaydı...
İmkanlar, şartlar elverseydi diye bir cümle kurmamışımdır da, böyle yapmam gerektiğine inandığım anda yaparım. Onun için hangi bedel ödemem gerekirse öderdim. Bu, benim duygu dünyamla ilgili bir şeydi. Böyle bir şeye kendimi, tamam dediğim bir an olsaydı eğer bunu yapardım. Diyelim ki o gün en zor görevlerdeyim ve o günkü şartlar buna elverişli değil. O şartları bir kenara bırakır, çeker giderdim.
Tekrar gündeminize gelebilir mi?
Hiç bilmiyorum. Bu, gündeme göre karar vereceğim bir konu da değil. Hayat böyle bir şey değil çünkü. Bir gün bir şey olur. Sizin hayatınız tamamen bambaşka bir şeye evrilir. Benim inancımla ilgili değişimim ve dönüşümüm çok kendi açımdan mucizevi bir şeydi. Dolayısıyla bir gün uyanırsınız ve başka birisinizdir artık. O ana kadar dinle, dindarlıkla hiçbir şeyle alakanız yokken bir anda, elbette yüce bir varlığa iman ediyorsunuz ama çok farklısınızdır. Ben hayatı boyunca hep böyle dindar olmuş birisi değilim.
Nasıl mucizevi bir şey oldu size?
Anlatmayayım, bana kalsın. Kişisel bir şeydi. 1996 yılıydı. Ben bir şekilde değiştiğim için bu sosyal çevredeydim. Buraya girdim ve burada değiştim değil. Ben kendi açımdan başka birisi oldum.
Birisi ile tanışma, onun etkisi altında kalma mı, rüyalar mı?
Söylemeyeceğim. Her şey çok ani oldu. O ani ve mucizevi şeyi yaşamış birisi olarak geleceğe dair hiç söz söylemeyecek birisi haline dönüştüm. Eski dönemimde olsa, bana bunları sorsan, hayır hiç düşünmem veya düşünürüm filan gibi cümleler kurabilirdim. Şimdi bunları söyleyemiyorum.
Hacca gitmeyi düşünüyor musunuz?
İnşallah. Tabii ki çok istiyorum.
Belki başörtüsü mevzu ondan sonra devreye girebilir.
Belki. Hiçbir şey bilemiyorum.
AK PARTİ'NİN KURUCU KADINLARI MECLİSTE OLMALI
Yeni dönemde hangi başörtülü kadınları milletvekili olarak görmek istersiniz?
Bir sürü var. Ak Parti'nin kurucu kadınları keşke burada bizimle beraber onlar da olsaydı dediğim, onlar olmadığı için hüzünlendiğim çok oldu.
Ayşe Böhürler, Ayşe Nur Kurtoğlu, Sema Ramazanoğlu, Serap Yaşar var örtülü arkadaşlardan hatırladığım isimler. Bunlar ana kurucular. Onun dışında sayısız kadın çalıştı. Örtülü olduğu için meclise giremediler.
KEMALİST KADINLAR ÇOK KATI
Siyasi görüşler politikacı kadınların davranışlarını nasıl formatlıyor? CHP'li kadınlarla Ak Partili kadınları bu manada kıyasladığınız zaman neler gördünüz bu 11 yılda?
Belki bizimkiler daha samimiydi. İnanın bunu objektif olarak söylüyorum. Mesela benim bakan olarak gittiğim bir komisyonda kadın milletvekili var, CHP'li. En çok o sizi hedefe koyuyor. Bir dayanışma falan değil. Tam tersine hedefinde siz oluyorsunuz. Ve selam vermiyorlar. Aynı zeminlerde selam vermeyen çok ben kadın vekil tanıdım Cumhuriyet Halk Partisi'nde.
Nasıl? Aynı odaya giriyorsun, bakışlarını mı kaçırıyor?
Kaçırıyor. Mesela birlikte uçuyorsunuz. Hepsi öyle değil yalnız. Ama bazıları mesela iyi uçuşlar diyorum, cevap vermiyor. Bu bana çok gayri insani gelmiştir. Siyaset değil, bir insan bir insana selam verirse alınır. Dolayısıyla kadın olmak, kadın sorunları üzerinde bir dayanışmayı gerektirse de, en çok çatışma alanlarını da buradan çıkarmayı, çok keskin muhalefet yaparlarsa partilerinde bir pozisyon alabileceklerini düşünüyorlar.
Ak Parti'de de böyle davrananlar yok mudur?
Ben öyle yapmadım, bilmiyorum. Bizdeki milletvekilleri ile ilgili değilse de bakanlarla ilgili şöyle bir değerlendirme yaptığımda Güldal Hanım, Selma Aliye Hanım, Fatma Hanım, ben, hiçbirimiz o söylenen tarzda siyaset yapmadık. Ama bizden de vardır tabii ki. Ama Kemalist kadınlar çok katılar. Esneklikleri yok. Ve aslında duygudaşlık kurmuyorlar sizinle. Sizi Türkiye için tehlikeli addettikleri için o tehdit algısının bir simgesi haline geliyorsunuz gözlerinde. Bazen vatandaşlar içerisinde de olur, Kemalist olduklarını hemen anlarım. Direkt yaftalarım. Belki de öyle değildir ama öyle yapıyorum.
Ne gibi?
Sizin gibi çağdaş, laik bir kadının bu partide ne işi var der mesela. Çağdaşlık ve laiklik kavramının çok görsel algılandığını ve şekli dogmaları olan insanların Kemalist olduklarını düşünüyorum. Belli kalıp sözler vardır. Bunları duyduğum anda tüylerim diken diken olur. Yıllarca ben bu partinin vitrini olarak algılattırıldım. Diğer kesimlere şirin gözükmek için. Görsel şirinlik unsuru olarak bir kadının nitelendirilmesi siyasette ne kadar ağır bir şeydir.
KADINLAR KADINLARA FEMİNEN OLMA DİYOR
Politikanın yazılı olmayan kuralları vardır değil mi? Ne yapmaması gerekir mesela kadınların?
Kadınların feminen gözükmemesi konusunda çok uyarılıyorsunuz. Ama ben bunu erkek siyasetçilerden değil, kadın siyasetçilerden duydum. İşte topuklu ayakkabı giymesen. Açıkçası ben kendimi müthiş bir frapanlık içinde bulmuyorum. Ama kadın gibi giyiniyordum. Çünkü erkekleşmiş ve erkek gibi davranan kadın modellerine siyasetin ihtiyacı olmadığını düşünüyorum. Kadınsam kadın gibi var olmalıyım. Mesela şunlar çok söylenir, başarılı kadın siyasetçilerle ilgili. İşte demir leblebi, yok işte sert çekirdek gibi. Bence hiç hoş olmayan, katılıklar içeren şeyler kullanılıyor. Toplumsal kabulü kolaylaştırmak için yapılıyor.
ÇUBUKÇU'DAN BAŞ'A...
Temmuz 2011'den bu yana soyadınız değişti. Çubukçu olmak ile Baş olmak arasındaki farklar hayatınıza nasıl yansıdı?
Soyadı değişikliğinin yarattığı karışıklıklar dışında hayatımda bir şey yaratmadı. Açıkçası kariyer yapmış kadınlar çok uzun yıllar boyunca bir soyadı ile anılırsa onu değiştirmek konusunda imtina ediyorlar. Bütün o kazanımları o soyadı ile sağlamış ve onu bırakırsa sanki bütün kazanımları da gidecekmiş gibi düşünüyorlar. Ama ben her zaman, soyadına değer katanın kendi olduğunu düşünen birisiyim. Eski eşim soyadını kullanabilirsin dedi. Ama evlilikle edinilen bir soyadıysa eğer, evlilik bitmişse eğer benim için bitmiştir. Kendi soyadıma dönmek konusunda hiç tereddüt etmedim. Hatta ilamdan hemen sonra pasaportum, kimliğim, her şeyimi değiştirdim. Ve insanlar bunu bilir mi, bilmez mi, unutur mu, bu değerlendirmelerin çok dışında bıraktım kendimi. Ben buyum, böyle olacağım diye. Biraz zorlanıldı, şimdi herkes biliyor. Bilmese de ben kendi soyadımla yaşamak istiyorum. Bunun dışında gündelik hayatımda bir değişiklik olmadı.
GÜNİZ SOKAKTA BAKIMSIZ BAHÇE
Darbeleri araştırma komisyonu raporuna yazamadığınız özel gözlemlerinizi bir kitapta toplayacaktınız sanırım. O proje ne durumda?
Aslında notlarımı aldım. Komisyonda dinlemeler yaparken, belgeler geldikçe açıkçası mecliste bir raporlama ile bazı şeylerin eksik kalacağını düşündüm. Bazı şeylerin özel olarak ve farklı bir şekilde anlatılması gerektiğini düşündüm. Orada bir komisyon çalışması yürütüyorsunuz ve farklı siyasi partilerle kararları ortak olarak alıyorsunuz. Gördüğüm bir belge ilgili benim kişisel yorumum farklıydı. Benim çocukluğumdan beri çok belirgin bir özelliğim, çok fazla insan incelerim. Gözlemlerim. Bazen çocukken uyarılırdım da. Babam rahmetli, annem çok bakıyorsun insanlara derdi. Bakma bazen rahatsız edici bir şey olabilir. Bu süreçte de farkında olmadan not tutuyordum. Mesela bir şey soruluyor. Soruya cevap verirken...
Mimiklerden, beden dilinden bir şeyler mi çıkartıyordunuz?
Çıkartıyordum. İşte bütün bunları, kişisel gözlemlerimi notladım. Bunlar bir değer oluşturur oluşturmaz bilmiyorum. Ama hiç anlatılmayan bir şeyden kendimce bir zihinsel hikaye çıkarabiliyorum.
Bir örnek verebilir misiniz?
Aslında ben bu kitabı yazmayı çok ileri tarihe erteledim. Çünkü toplum, bir kişinin kendiyle ilgili kişisel gözlemler yapmasına çok hazır değil. Kırıcı da olabilir. Halen daha aktif siyasetin içerisindeyim. Şöyle bir şey olmuştu. Belki bunu anlatabilirim. Süleyman Demirel'in evine gitmiştik. Çok hazırlıklıydı. Biz de bir saygı çerçevesinde sorularımızı yöneltiyoruz. Ama Güniz Sokak'taki evi biliyorsunuz Demirel'in hayatı boyunca yaşadığı bir yer. Dolayısıyla belki evden öte bir anlamı vardı bana göre. Aslında ev çok düzenliydi. Göz gezdirdiğimde kitaplar, onların dizilimi. Muazzam bir sistematik vardı. Ev sıcaklığından ziyade bir konut gibi geldi. Aşırı sıcaktı içerisi. Fazla terliyordum. Toplantı da uzun sürdü. Bir ara dışarı çıkmak istedim. Bahçeye çıktığımda eski ferforje masalar, boyaları dökülmüş. Yapraklar yerlerde birikmiş. Çok çok bakımsız bir bahçeydi. Ve bende şöyle bir his uyandırdı. Nazmiye Hanım uzun süredir Alzeimer hastası olduğu için hastanede kalıyordu. Ve belki de onun evde olmamasının simgesi bu bahçeydi. Ama içeride her şey bir düzende gidiyordu. Bir de şöyle düşündüm bir kadın olarak. Hayatı boyunca burada yaşamış bir kadın. Buraya ne kadar bağlıydı. Ve şimdi her şeyi unutmuş gibi gözükse de bütün hatıralarından ve bağlandığı bir yerden uzakta bir yerde tedavideydi. Onunla ilgili böyle bir hüzün kapladı içimi orada
Bunda kimsenin garipseyeceği bir şey yok ki.
Yok tabii ki. Onun için anlattım zaten. (gülmeler) Böyle bir kişilik tahlilinde olumlu olumsuz şeyleri aynı anda söylerken, o insan birdenbire çıkar ve hayır öyle değil demeye başlar. Bu karşılıklı bir konuşmaya dönüşebilir. O yüzden erteledim...(Zaman)