SENDİKA
Eğitim Bir Sen ve Adamlık!
Bilgin ‘Bilim adamlarının başçavuşlardan brifing aldığı, cübbeli rektörlerin darbe duası için Anıtkabir’e çıktığı, beşli çetelerin darbecilere alkış tuttuğu iklimlerin ayazındaydık.’dedikten sonra ‘Suriye benim derdimdir. Gazze, Mescid-i Aksa, Irak, Doğu Türkistan benim derdimdir. Zulüm gören Ezidi de, Kürt kardeşim de benim derdimdir. Kafası taşla ezilen Diyarbakırlı Yasin de benim derdimdir. Öğretmenler Günü’nde sınıfında vurulan eğitim emekçisi de benim derdimdir. “Dert” sahibi olmayanlarla yola düşülmez.’ diyerek durdukları yerin her zaman zulme ve zalime karşı olduğunu belirtti.
Bilgin ‘Onun içindir ki, önümüzdeki süreçlerde iç bünyede, Ankara’dan taşraya teşkilatımızda en fazla dikkat etmemiz gereken husus, ilişkilerimizin yüzeyleşmesine ve işimizin bereketinin kaçmasına neden olabilecek benlik davası tuzağına düşmemeye dikkat etmektir. “Fert” değil, “Şahsiyet” olmak zorundayız. Şahsiyet sahibi olmak demek, yüksek ahlak değerlerine sahip olmak demektir. Büyük şahsiyet olmak ise eylem, düşünce ve sözleri arasında bir çelişki olmadığını hayatıyla ispat etmektir. Küçük hesaplarla büyük şahsiyet olunmaz. Olmayanı var, var olanı yok göstererek büyük şahsiyet olunmaz.’ diyerek sendikal anlayışlarının sahabe dönemine ait şu ilginç anekdotla belirterek açıkladı: ‘Hz. Ömer bir gün dostları ile otururken, yanındakilerden bir temennide bulunmalarını ister. Bunun üzerine biri, “Benim şu oda dolusu altınım olsun da onu Allah yolunda harcayayım isterim” der.
Bir diğeri ise şöyle der: “Şu oda dolusu gümüşüm olsun da onu Allah yolunda harcayayım isterim.”
Böylece oradakiler ayrı ayrı temennilerde bulunurlar. Sıra Hz. Ömer’e gelince, kendi arzusunu şöyle dile getirir: “Ben şu oda dolusu Ebu Ubeyde Bin Cerrah, Abdullah bin Mesud, Muaz bin Cebel gibi adam isterim!”
Eğitim Bir Sen Genel Başkan Yardımcısı Murat Bilgin’in söz konusu yazısı sendika sitesinde şu http://www.egitimbirsen.org.
AÇIKLAMANIN TAM METNİ
DAVASININ ADAMI
Milli ve manevi değerlerimize düşman olan ve saygılı olanların dışında bir de biz vardık: Sahip ve bağlı olanlar. Muadilimiz kurumların birinin ideolojik miyop, diğerinin siyasal hipermetrop bağnazlıkları nedeniyle göremedikleri bize yönelik en temel insan hakları ihlallerinin hedefiydik.
Sövene dilsiz, dövene elsizdik. Yıllarca Anayasa’nın eşitlik prensiplerinin uygulanmadığı bu ülkenin zencileri muamelesi gördük. Lüks arabaların camları indiriliyor, salya sümük, doğuda ya da güneyde bir ülkeye gitmemiz gerektiği haykırılıyordu. Yarım kalmış tahsillerin, yarım kalmış görevlerin ve yarım kalmış ümitlerin yolcularıydık ve sahip çıkanımız yoktu. Issızdı Sincan sokakları.
Bilim adamlarının başçavuşlardan brifing aldığı, cübbeli rektörlerin darbe duası için Anıtkabir’e çıktığı, beşli çetelerin darbecilere alkış tuttuğu iklimlerin ayazındaydık. Milletin, ümmetin ilkelerine bağlı, sağlam bir örgütlenmeye gitmek zorundaydık ve örgütlendik. Bunun adı da Eğitim-Bir-Sen oldu.
Sendikanın en temel amacı, emeği işveren karşısında temsil edip, onun ekonomik ve sosyal haklarını korumak ve geliştirmekti. Fakat bizler için bundan daha önemli ve öncelikli olan, bağımsızlık ve onur mücadelesi zorunluluğuydu. Bu mücadelenin en önemli adresi Eğitim-Bir-Sen oldu. Emeği ve çalışanların haklarını savunması gereken muadilimiz örgütlerin ise başka öncelikleri vardı.
Ve bunun için örgütlendik. Çünkü aynı çuvalın içinde üç ayrı yöne yürünmez.
Hem bizden öncekilerin izinde yürüdük hem de iz bıraktık tarihe. Milletimizin yöneldiği yönde olduk ve aynı yönde yürüdük. Milletimiz de bizi lider yaptı. Burada kalabilmenin, bir adım öteye gidebilmenin yolunun da aynı istikamette yürümek olduğunu biliyoruz.
Kendi değer yargılarımızı topluma dayatmak gibi bir amacımız hiç olmadı ve zaten buna da dini ve örfi geleneklerimiz müsaade etmez. Yapmaya çalıştığımız, kendi inançlarımızla öz yurdumuzda parya olmaktan kurtulmak ve tüm kardeşlerimizle birlikte eşit ve özgür olarak haysiyetimizle yaşamaktır.
Bu nedenle, mesleki özlüğümüzü iyileştirmek ve mesleki alanımızı geliştirmek için çalışmanın ötesinde hem yaşadığımız ülkemizde hem de dünyada mazlumların yanında, zalimlerin karşısında olmaya devam edeceğiz. Suriye benim derdimdir. Gazze, Mescid-i Aksa, Irak, Doğu Türkistan benim derdimdir. Zulüm gören Ezidi de, Kürt kardeşim de benim derdimdir. Kafası taşla ezilen Diyarbakırlı Yasin de benim derdimdir. Öğretmenler Günü’nde sınıfında vurulan eğitim emekçisi de benim derdimdir. “Dert” sahibi olmayanlarla yola düşülmez.
Özgür birey, şahsi sorunlarının ötesinde sosyal, ekonomik ve siyasal sorunları ulusal ve küresel boyutlarda dert ediniyorsa, sorunları kendisi gibi hisseden, bilgisinden, tecrübesinden ve gücünden yararlanabileceği insanlara ihtiyaç hisseder. Unutmamalıyız ki, tarihte hiçbir düşünce ve inanç, ortak çarpan kalplerin etrafında örgütlenmiş insanlar olmaksızın başarıya ulaşamamıştır. Biz, bunu başarabildiğimiz için bugünlere geldik. Sözümüz var, yol uzun ve çileli. Bugün dünyaya söyleyecek sözünüz yoksa insanlıktan çekilmişsiniz demektir.
Onun içindir ki, önümüzdeki süreçlerde iç bünyede, Ankara’dan taşraya teşkilatımızda en fazla dikkat etmemiz gereken husus, ilişkilerimizin yüzeyleşmesine ve işimizin bereketinin kaçmasına neden olabilecek benlik davası tuzağına düşmemeye dikkat etmektir. “Fert” değil, “Şahsiyet” olmak zorundayız. Şahsiyet sahibi olmak demek, yüksek ahlak değerlerine sahip olmak demektir. Büyük şahsiyet olmak ise eylem, düşünce ve sözleri arasında bir çelişki olmadığını hayatıyla ispat etmektir. Küçük hesaplarla büyük şahsiyet olunmaz. Olmayanı var, var olanı yok göstererek büyük şahsiyet olunmaz.
Kaynağı ilahi olan tüm din ve anlayışlarda ‘ben’ kavramı olumsuz kabul edilmiş ve benlik davasına kalkışanlar, ekber olan yaratıcıya karşı bir kalkışma içerisinde bulundukları yargısıyla toplumsal bir rezervle karşılaşmışlardır. Bizim medeniyetimiz, dıştaki putları kırdığı gibi, mensuplarına içteki putların da kırılmasını buyurmuştur. Kendisine yönelen Asaf Halet’in nahif ifadesiyle, “İbrahim, içimdeki putları devir elindeki baltayla” diyerek medeniyet değerlerimizin çizdiği çerçevede kürede bir zerre olduğumuzun farkına varmayı gerektirir. Kısacası fena bulmadan beka bulunmaz.
Ziya Paşa’nın dediği gibi, “Bed-asla necâbet mi verir hiç üniforma.” Üniforma soyluluk vermez. Onu taşımaya hazır olmak gerekir. Belki de aranan, Hz. Ömer’in aradığıdır; Hz. Ömer bir gün dostları ile otururken, yanındakilerden bir temennide bulunmalarını ister. Bunun üzerine biri, “Benim şu oda dolusu altınım olsun da onu Allah yolunda harcayayım isterim” der.
Bir diğeri ise şöyle der: “Şu oda dolusu gümüşüm olsun da onu Allah yolunda harcayayım isterim.”
Böylece oradakiler ayrı ayrı temennilerde bulunurlar. Sıra Hz. Ömer’e gelince, kendi arzusunu şöyle dile getirir: “Ben şu oda dolusu Ebu Ubeyde Bin Cerrah, Abdullah bin Mesud, Muaz bin Cebel gibi adam isterim!”
Davasının adamı, kalp ahlakıyla kuşanmış adam, her daim adam olarak kalabilecek olan, davayı taşıyacak olandır.
Demokrasi şölenimiz devam ediyor.