EĞİTİM
YÖK yok olmalı mı?
Gökhan Çetinsaya Yök Başkanı
Yükseköğretimi yeniden yapılandırmanın bir cephesi benim başında bulunduğum kurumu lağvetmek, bütün kötü hatıraları ile birlikte tarihin derinliklerine göndermek. Bu sadece kurulduğundan beri bir vesayet aracı şeklinde kullanılmış bir kurumu ortadan kaldırmak anlamına gelmiyor, aynı zamanda artık bürokratik olarak da işlemesi imkansız hale gelmiş bir kuruluşu dönüştürmek anlamına geliyor. (...) Ama şunu da kabul etmemiz lazım: YÖK kaldırıldıktan veya dönüştürüldükten sonra da çözmemiz gereken meseleler var.. 2023 Türkiye’si için yapmamız gereken ev ödevlerimiz var.”
Eğitim-Bir-Sen’in, Eğitime Bakış dergisinin 10. Yılı dolayısıyla düzenlediği toplantıda yaptığım konuşmada kullandığım yukarıdaki ifadeler çokça tartışmaya sebep oldu. Takdir edenler de oldu, hayret edenler de. Söylediklerim yanlış değildi, doğruydu, ama kısmen alıntılandığı için meramımı tam anlatamamış oldum.
Bir kaç ay önce yayınladığım, Büyüme, Kalite Ve Uluslarasılaşma: Türkiye Yükseköğretimi İçin Bir Yol Haritası başlıklı raporumda (yolharitasi.yok.gov.tr) da belirttiğim gibi, özellikle son on yılda gerçekleşen olağanüstü niceliksel büyüme, bugün için işlevini yitirmiş bir yapı/sistem ile gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. Bu durum hem bugünkü verimliliği azaltmakta hem de geleceği zora sokmaktadır. YÖK, 1980’lerin başında dünyada Soğuk Savaş’ın, Türkiye’de ise askeri rejimin hüküm sürdüğü bir dönemde, her manada 1970’lerde yaşanan sorunlara karşılık olarak kurulmuştu. Bugün ne böyle bir Türkiye ne de böyle bir dünya var; YÖK’ün model alındığı ülkeler bile sistemlerini değiştirdiler. Teorik sistem tartışmaları bir yana, mevcut yasal yapısı ve bürokratik işleyişiyle YÖK, sürdürülebilir değildir. Otuz küsur yıl önce 27 üniversite için dizayn edilmiş, tabi olduğu mevzuat gereği yılda 100 bin kalem evrakın girip 50 bin kalem evrakın çıktığı, üniversite senatolarında alınan her kararın onay mercii olarak kurgulanmış ve 30 yıldır hiç değişmeden kalmış bir bürokratik kurum olarak YÖK, ne küreselleşen dünyanın ihtiyaçlarını karşılayabilir ne de bugünkü yükseköğretim alanımızın yükünü çekebilir. Tabir caizse, bu terazi bu sıkleti çekmez! Geleceğin yükünü hiç çekemez! Türkiye yükseköğretiminin sosyo-ekonomik ve demografik sebeplerle önümüzdeki yıllarda devam etmesi gereken nitelikli büyüme ve gelişme süreci, işlevini yitirmiş durumdaki yasal çerçeveler ve bürokratik mekanizmalarla sürdürülemez. Bu çerçevede, üniversitelerimizin çeşitliliğine, kurumsal özerklik ve hesap verebilirliğine, bilimsel rekabet ortamının geliştirilmesine, finansal esneklik ve evrensel kalite standartları içerisinde faaliyet gösterebilmelerine imkân tanıyacak bir yeni sistem ihtiyacı vardır. Kalite güvencesine odaklı, farklı bilim alanları ve geleneklerinin bir arada yaşamasına imkân tanıyan, küresel eğilimlere uyum sağlarken üniversitenin tarihsel birikimini ihmal etmeyen, gerçek bir akademik özgürlük ortamına imkan tanıyan, hayat boyu öğrenme dahil yeni küreselleşme eğilimlerine adapte olabilen, çok yönlü uluslararasılaşma hedefini benimsemiş bir sürecin tesisi gereklidir. Bir başka ifadeyle, bugüne dek yasaklarla, vesayetçilik ve katı merkeziyetçilikle, endoktrinasyon ve ideolojik çekişmelerin aracı olarak anılan ‘YÖK’ü, 21. yüzyıl Türkiye’sinin ve dünyasının dinamiklerine göre yükseköğretimi planlayan, koordine eden ve kalite süreçlerini yönlendiren bir yapıya kavuşturmak zorunluluğu ile karşı karşıyayız. Kamuoyunun farklı kesimlerinde neredeyse tam bir mutabakat olan bu konu yürütme ve yasama organlarında sırasını bekliyor. Yeni hükümet programında bu konuya yer verilmesi de sevindirici.
Çözüm ne olmalı?
Ama ‘YÖK’ü lağvetmek’ yükseköğretimi yeniden yapılandırmanın sadece bir parçasıdır. Mevcut yapısal sorunlarımız, ‘YÖK yok olunca’ hallolmayacak. Birinci meselemiz, nicel büyümeden nitelikli büyümeye geçebilmek ve bunu sürdürebilmektir. Türkiye son on yılda yükseköğretimde olağanüstü bir büyüme gerçekleştirdi. 2000’de % 21 olan brüt okullaşma oranı bugün itibariyle % 75’i aşmıştır. Bu oranlarla, İngiltere ve Fransa gibi ülkelerin seviyelerini yakalamış durumdayız. 5,5 milyon öğrenciyle, son on yılda öğrenci sayısı artış oranları itibariyle dünyada 6. ülkeyiz. Peki bu büyüme devam edecek mi? Türkiye’nin nüfus yapısı ve küresel eğilimler dikkate alındığında evet, devam edecek. Bir kere, Türkiye’nin Demografik Fırsat Penceresi 2050’ye kadar açık kalacak. Her yıl 1 milyon 250 bin genç 18 yaşına girecek. Bu sayı 2050’den sonra da bir süre 1 milyon seviyesinde devam edecek. İkincisi, son yıllarda liselerden 800 küsur bin öğrenci mezun olmaktaydı. 12 yıllık zorunlu eğitimle birlikte, 2016-17’den itibaren artık 1 milyon 200 bin öğrenci yükseköğretim talep edecek. Şu anda kontenjanlarımızın 900 binlerde olduğu düşünüldüğünde, önümüzdeki yıllarda 300 bin kişilik bir arz daha oluşturmamız gerekecektir. Mevcut kontenjanın %24’ünün açık öğretimde olduğu düşünüldüğünde önümüzdeki sorumluluk daha da zorlu bir hal alıyor. Bir diğer açmazımız ise şu: Şu an mevcut 5,5 milyon öğrencinin %47’si ise açık öğretimde okuyor. Eğer 2023 Türkiye’sinde açık öğretim payının OECD ülkelerinde olduğu gibi % 15-20 aralığında olmasını istiyorsak, açık öğretimi hayat boyu öğrenmenin bir parçası kılıp, 17-22 yaş grubunu ideal olarak yüzyüze ve uzaktan öğretime yönlendirmek istiyorsak, önümüzdeki görev daha da zorlaşıyor.
Bu aşamada şu soru sorulabilir: Herkese üniversite eğitimi vermek zorunda mıyız? Küreselleşmenin gereği olarak, evet! Küresel dünyada var olabilmek için nüfusumuzun mümkün olduğu kadar geniş kesimlerini iki yıllık veya dört yıllık yükseköğretimle tanıştırmalıyız. Küresel ekonominin gereği, artık istihdama dayalı bir kontenjan siyaseti de güdemeyiz. Öncelikli görevimiz hangi meslek için olursa olsun nitelikli insan gücü yetiştirmek; bu insan gücü küresel ekonominin dinamikleri içinde çeşitli iş imkanlarına kavuşacaklardır. Belki hayatları boyunca bir kaç kez meslek değiştirebilecekler; ya da sürekli eskiyen mesleki bilgilerini yenileyebilmek için kendilerini yenileme arayışına gireceklerdir. Ya da zamanında üniversiteye gidememiş ama artık sosyal ve ekonomik imkanlara kavuşmuş kesimler hangi yaşta olurlarsa olsunlar üniversite eğitimi talep edeceklerdir. İşte Hayat Boyu Öğrenme dediğimiz bu yeni fenomen nedeniyle, bizim 21. Yüzyılda sadece yükseköğretim çağ nüfusuna değil, bütün yaş gruplarına yönelik yükseköğretim imkanları sunmamız gerekiyor.
İşte en kritik mesele bu
Önümüzdeki on yılda bu kapasiteyi nasıl yaratabiliriz? Türkiye’de 184 yükseköğretim kurumu var. Bunları üç grupta sınıflandırabiliriz. 2006 öncesi kurulmuş 50 devlet üniversitesi; bunların en genci 20 yaşında ve öğrenci sayıları oldukça yüksek. İkinci grupta 2006 sonrası kurulan 50 yeni devlet üniversitesi var, bunlar henüz kuruluş aşamasında, fiziki imkanları iyi ve öğrenci sayıları az. Üçüncü grupta sayıları 72’yi bulan vakıf üniversiteleri var; Lakin sayıları çok görünmesine rağmen yüzyüzedeki öğrencilerin yüzde12’sini okutuyorlar. Bu durumda önümüzdeki yıllarda oluşturmamız gereken yeni kapasitenin, 2006 sonrası kurulan devlet üniversiteleri ve, sürekli büyümesi beklenen bir yükseköğretim sisteminin sadece kamu fonlarıyla sürdürülemeyeceği düşünüldüğünde, vakıf üniversiteleri ile karşılanması gerektiğini düşünebiliriz.
Demek ki yükseköğretimde kapasite yaratabilmek için sınıflarımız, laboratuvarlarımız ve öğrencilerimiz olacak. Peki, öğretim üyelerimiz olacak mı? İşte en kritik mesele bu! Bugün Türkiye’de 141 bin öğretim elemanı var. Bunların % 45’i, yani 60 bini Doktoralı/öğretim üyesi. Açık öğretim öğrencilerini hariç tutarak hesapladığımızda, Türkiye’de araştırma görevlileri de dahil öğretim elemanı başına düşen öğrenci sayısı 21; derslere girmesi beklenen öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayısı ise 48. OECD ülkeleri ortalaması ise 16! Hoca başına düşen öğrenci sayıları tabii ki üniversiteden üniversiteye, branştan branşa değişiklikler gösteriyor. Devlet üniversiteleri ortalaması 51 iken vakıf üniversiteleri 37 oluyor; tıp ve sağlık branşlarında öğretim üyesi başına 10 öğrenci düşerken sosyal bilimlerde 60 öğrenci düşüyor. Şayet OECD ortalaması olan 16’yı esas alarak bir hesaplama yaparsak, mevcut durumda 20 bini doktoralı olmak üzere 45 bin öğretim elemanına ihtiyacımız olduğu ortaya çıkıyor. Bu tabii şu anda okullaşma oranı olarak aynı seviyede bulunduğumuz ülkeler seviyesine erişebilmek için gereken sayı. Bizim ister bugünler ister yarınlar için olsun, nitelikli öğretim üyesi yetiştirmemiz lazım. Bir yandan her yıl mevcudun iki katı öğretim elemanı kadrosunu sisteme dahil ederken, diğer yandan doktora eğitimine nitelik ve nicelik olarak özel bir önem vermemiz gerekiyor.
Bugün Türkiye’de her yıl 4500 doktora mezunu veriyoruz. Bu kesinlikle Türkiye’nin ihtiyacını karşılayabilecek bir seviye değil. Bizimle benzer okullaşma oranlarına sahip ülkelerde, örneğin Almanya’da her yıl 25 bin, İngiltere’de 17 bin, Brezilya’da 14 bin doktora mezunu katılıyor sisteme. 4500 seviyesi sürekli büyümeye devam edeceğini öngördüğümüz yükseköğretim sistemimiz için kesinlikle sürdürülebilir değil. 2023 hedeflerimizi yakalayabilmemiz, sınıfları, laboratuvarları ve kürsüleri doldurabilmemiz, OECD ortalamalarını ve aynı zamanda kaliteyi tutturabilmemiz için, yıllık doktora mezunu sayılarını önümüzdeki on yılda tedrici olarak önce 10 bine, ideal olarak 15 bine çıkarmamız gerekmektedir. Bunu başarabilmek için ise yeni politika araçları ve teşvik mekanizmaları geliştirmemiz gerekiyor; en nitelikli beyinleri akademiye gelmeye ikna etmemiz gerekiyor. Hükümetimizin 1 Ekimden itibaren gündeme alacağını vaat ettiği özlük hakları meselesi bu bakımdan önemli.
YÖK gerçekten de lağvedilmeli. Fakat YÖK’ün lağvedilmesi tek başına yeterli değil. Yeni Türkiye’nin yükseköğretim alanını düzenleyecek yeni bir koordinasyon kurumuna ihtiyacı var. Yeni Türkiye’yi kuracak olan, nitelikli insan gücü ve yetkin bilimsel araştırmalardır. Ve bunun merkezi de üniversitelerdir.
(Ek bilgi için bkz. https://istatistik.yok.gov.tr; http://yolharitasi.yok.gov.tr/ ) stargazete