GÜNDEM
Sokrates, Thoreau, Gandhi, Martin Luther King
Radikal'den Ayşe Hür bugünkü köşe yazısında Sokrates, Thoreau, Gandhi ve Martin Luther King çerçevesinde ülke gündemini ele aldı...
23 Haziran 2013, Pazar
Başbakan “Durmak yok, yola devam” diyerek gerilimi tırmandırma siyasetine devam ederken Erdem Gündüz’ün ‘Duran Adam’ performansıyla birlikte Gezi eylemcileri cephesine sükûnet hâkim oldu. Bu vesileyle ‘sivil itaatsizlik’ kavramının tarihçesinde bir gezinti yapmak faydalı olur diye düşündüm. Aslında Kürt siyasal hareketine seslenerek 2009 ve 2010 yıllarında Taraf’ta ve Agos’ta bu konuda iki kez yazmıştım. Onları okuyanlar için bu bilgiler tekrar olacak.
Tarihin kaydettiği ilk sivil itaatsizlik eylemcisinin M Ö 5/4. yüzyıl düşünürü Sokrates olduğu kabul edilir. Yazılı eser bırakmadığı ve hiç seyahat etmediği için, kişiliği ve öğretileriyle ilgili bilgileri öğrencileri Platon ve Ksenophon’un eserlerinden öğreniriz. Aslında yaşayıp yaşamadığı bile kesin değildir. Bazıları, Sokrates’in Platon’un ikinci kimliği olduğunu ileri sürerler.
Sokrates, kaynaklarda yaz-kış üstünde bir harmani ile ve çıplak ayakla dolaşan, dökülmüş saçları, yuvarlak yüzü ve kaba görünümü ile filozoftan çok hamala benzeyen biri olarak tarif edilir. Şaraptan, aşırı yemekten, zevk verici alışkanlıklardan uzak yaşar. Gösterişten uzak sade tavırlı, sözüne ve borcuna sadık, dürüst, yeise kapılmayan, dirençli ve güçlü biridir.
Hayatının uzunca bir döneminde askerlik yapan, ilerleyen yaşında halk mahkemesinde jüri üyeliği ve yargıçlık görevlerinde bulunan Sokrates’i asıl ünlü yapan gençlere yönelik dersleridir. Bu dersler, çarşıda, sokaklarda, parklarda şiir, felsefe, bilim, sosyal konularda yapılan serbest konuşmalar şeklinde geçer. Ahlaklı ve bilgili gençler yetiştirmeyi amaçlayan Sokrates, karşılıklı konuşma şeklinde yürüttüğü bu derslerini ücretsiz verir. Derslerinin temel meselesi “Doğru bir yaşayış nasıl olmalıdır?” sorusuna cevap aramaktır.
Sokrates, 70 yaşını aştığı sıralarda popülerliğini kıskanan ve derslerde kendi çıkarları doğrultusunda kurdukları düzenin eleştirilmesine katlanamayan elitler tarafından, ‘dinsiz’, ‘devletin tanrılarını yok sayarak, yeni tanrılar yaratıyor’, ‘Atina’nın tanrılarından farklı tanrıları yüceltiyor’ diye ölüm cezası talebiyle mahkemeye verilir. Ancak 200 bin nüfuslu Atina’da yaşayan 30 yaş ve üzeri 6 bin yurttaş tarafından kurayla seçilen Beşyüzler Meclisi’ndeki yargılaması sırasında yaptığı savunma tarihe geçecektir. Sokrates, soru-cevap şeklinde geçen yargılama sürecini öylesine ustalıkla yönetmiştir ki, bir süre sonra yargılayanla yargılanan yer değiştirmiş, ‘yargıç’ Sokrates, Atina halkını, soylularını, devlet düzenini yerden yere vurmuştur.
Baldıran zehiri
Sokrates’in ‘diyalektik’ sorgulaması üzerine ne diyeceğini bilemeyen mahkeme heyeti fikirlerinden vazgeçtiğini söylemesi halinde affedilebileceğini söylediği halde Sokrates bunu kabul etmemiş, öğrencileri kendisini hapisten kaçırmayı teklif ettiklerinde reddetmiştir. Mahkeme uzun süren tartışmaların ardından Sokrates’i suçlu bulduğunu açıklar. Cezası baldıran zehri ile öldürülmektir.
Sokrates’in cezasının nasıl infaz edildiği, Platon’un Fedon isimli eserinde ayrıntılarıyla anlatılır. Buna göre, Sokrates, cezanın infazını yakın dostlarıyla beklemiş, kendisine zehri getiren görevliye “Pekâlâ dostum, sen bu şeyleri bilirsin, ne yapmam gerekiyor?” diye sormuş, görevlinin “Sadece iç!” demesi üzerine, geleneğe uygun olarak kabın içindeki zehirden tanrıların payı olan bir damlayı yere döktükten sonra kalanını bir kerede içmiştir. Ardından da dersine devam etmiştir. Vücudunun soğumaya başlaması üzerine, öğrencilerinden Kriton’a, hasta olan bir başka öğrencisi ve dostu Apollon’un iyileşmesi için sağlık tanrısı Asklepios’a bir horoz adadığını, bu adağı yerine getirmeyi unutmamasını söylemiş ve son nefesini vermiştir. Sokrates, yargılama süreci boyunca suskunluğun da en az konuşma kadar güçlü bir eleştiri yöntemi olabileceğini; ölüme karşı tutumuyla ise öldükten sonra dünyamızın bizsiz olacağından duyulan korkuyla nasıl baş edeceğimizi göstermiştir.
Walden’da bir münzevi
‘Sivil itaatsizlik’ kavramını teorileştiren ise 19. yüzyıl düşünürü Henry David Thoreau’dur. ABD’de, Walden Gölü’nün yakınlarında iki yıl münzevi yaşamı sürdüren Thoreau bir gün ayakkabılarını tamirden almak için kulübesinden çıkar. Yolda vergi memuru (aynı zamanda polis ve gardiyan) Sam Staples ile karşılaşır. Staples, Thoreau’nun son birkaç yıldır ödemediği ‘kelle’ vergisini ödemesini ister. Thoreau bunun ilkesel bir mesele olduğunu ve vergi ödemeyi düşünmediğini belirtir. Bunu üzerine Staples Thoreau’yu hapse atar.
Ertesi gün bir yakınının kefaletini ödemesi üzerine serbest kalan Thoreau buna sevinmez çünkü o vergiyi ödemeyerek köleliği, 1846-1848 arasında Meksika’ya karşı verilen savaş dolayısıyla yürürlüğe konulan zorunlu askerliği protesto etmek istemiştir. “En iyi hükümet, en az hükümet edendir” diyen Thoreau’nun 1848’de verdiği bir konferansta kullandığı ‘sivil itaatsizlik’ kavramının iki temel ilkesi vardı: Birincisi, devletin otoritesinin ancak yönetilenlerin rızasına dayanabileceğiydi. Adalet, hükümetin kanunlarından daha üstün bir kavramdı ve birey, kanunların adil olup olmadığını yargılama hakkına sahipti. İkincisi, birey kanunların adil olmadığına kanaat getiriyorsa, bunlara itaat etmeme hakkı vardı ancak bu itaatsizlik şiddet içermeyen yöntemlerle yapılmalıydı.
Yakın arkadaşı John Brown’ın sivil itaatsizlik eylemleri sırasında öldürülmesiyle sarsılan Thoreau’nun bu fikirleri, tüberkülozdan öldüğü 1866 yılından itibaren daha geniş bir kamuoyunca bilinir oldu.
Gandhi ve Satyagraha
Thoreau’nun fikirleri Hindu hukukçu, düşünür ve siyasetçi eylemci Mahatma Gandhi tarafından hayata geçirildi. İncil, kutsal Hindu metinleri Bhagavad Gita, büyük Rus edebiyatçısı Tolstoy (‘anarko- pasifizm’ veya ‘şiddet-karşıtı anarşizm’ terimleriyle ifade edilen düşüncenin önderlerindendi) ve Thoreau’nun görüşlerinden esinlenen Gandhi ilk şiddetsiz direnişini Hindistan’da değil, bir Hint şirketinde avukat olarak çalışmak üzere 1893’te gittiği Güney Afrika Cumhuriyeti’nde başlatmıştı. Gandhi, 1906’da, Güney Afrika hükümeti, Hint kökenlilerin özel bir kimlik taşımalarını öngören bir kararnameyi kabul edince, 11 Ağustos’ta Johannesburg’da düzenlenen büyük bir protesto gösterisinde ilk kez ‘Satyagraha’ ilkesine atıfta bulundu ve taraftarlarını şiddet içermeyen eylemlere davet etti.
‘Şiddet içermeyen direniş’ anlamına gelen Satyagraha’nın yol haritası şöyleydi: Önce bir haksızlık tespit ediliyor ve onun yasakladığı şey bulunuyordu. Sonra bir grup bu yasağı deliyor ve tutuklanıyordu. Tutuklamalardan sonra Gandhi kitleleri eyleme çağırıyor, çağrıya uyan kitleler yasayı çiğniyor ve tutuklanarak hapse atılıyorlardı. Hapiste de boş durmuyorlar ve açlık grevi yaparak seslerini duyurmaya çalışıyorlardı. Bir süre sonra tutuklu sayısının artması yüzünden hapishaneleri kontrol etmekte zorlanan hükümete yasayı kaldırma çağrısında bulunuluyordu. Hükümet durumun sürdürülemez hale geldiğini görüyor ve yasayı kaldırıyordu.
Bir hukukçu olan Gandhi bunları yaparken yasalara saygısızlığı hedeflemiyordu. Aksine, her yasağı delişinde, cezalandırılmayı adil buluyor ve hapse girmeyi göze alıyordu. Öte yandan Satyagraha düşüncesinin izleyicileri sadece karşı çıkmayı da hedeflemiyordu. Amaçları karşı çıkarken karşılarındakini de ikna etmekti.
Henüz yeterince olgunlaşmamış da olsa, Satyagraha yöntemi işe yaradı ve 1915’te Güney Afrika hükümeti, Britanya ve Hindistan’ın da baskısıyla, Gandhi ile uzlaşma için masaya oturmak zorunda kaldı. Bu kısmi başarıdan sonra Hindistan’a dönen Gandhi 1918 yılında Bihar Eyaleti’nde aynı yöntemleri izleyerek on binlerce fakir çiftçi, köylü ve serfi örgütleyerek sivil direnişin içine soktu. İngilizler kendisini tutukladı ancak yüz binlerce kişi bu saldırıyı protesto ederek cezaevini sarınca Gandhi serbest bırakıldı. Gandhi’ye ‘Bapu’ (Baba) ve ‘Mahatma’ (Yüce Ruhlu) diye seslenilmeye başlanması bundan sonra oldu.
Tuz Yürüyüşü
Gandhi’nin en ünlü eylemi ise Tuz Yürüyüşü idi. 1928’de Hindistan’a bir yıl içinde dominyon statüsü verilmesi teklifine İngilizlerin olumlu cevap vermemesi üzerine önce INC, 26 Ocak 1930’da bağımsızlık ilan etmiş ve 12 Mart 1930’da Gandhi ve 78 yoldaşı ünlü Tuz Yürüyüşü’ne başlamıştı. Yürüyüşün amacı, 1762 yılından beri yürürlükte olan ve yılda 25 milyon pound’luk vergiye kaynaklık eden Tuz Yasası’nı (Britanya’nın tuz tekelini) ihlal etmek için denizden tuz çıkarmaktı. Gujarat Eyaleti’nin başkenti Ahmedabad yakınlarındaki Sabarmati Aşram’dan başlayan yürüyüşe yolda binlerce kişi katıldı. Hint Okyanusu kıyısındaki Dandi Köyü’ne kadarki 388 kilometrelik mesafeyi çıplak ayakla 24 günde kat eden 61 yaşındaki Gandhi, 6 Nisan 1930 sabahı İngiliz polislerinin şaşkın bakışları arasında denize yürüdü ve çamura karışmış bir topak tuzu avuçlarına alarak tatlı suda yıkayarak ufaladı. Böylece bir Hindu’nun tuz çıkaramayacağına dair Tuz Yasası’nı ihlal etti. Ardından Gandhi’nin çağrısına uyan binlerce köylü deniz kıyılarına akın ederek tuz çıkarmaya başladılar. Gandhi ve 60 bin eylemci hapse atıldı ancak yasa da işlemez hale getirildi.
Bundan sonrası, başarı veya başarısızlık sayılmayacak denli karmaşık. Gandhi, 1934’te kendi yöntemlerini desteklemeyen INC’den ayrılıp Rajkot şehrine yakın bir köye yerleşti. Orada bir komün (aşram) kurarak sade bir yaşam sürmeye başladı. Bu köyden yürüttüğü sayısız şiddetsiz direniş örgütleyen ve defalarca tutuklanan Gandhi’nin mücadelesi sonunda Britanya Başbakanı ülkeyi ikiye bölme planını resmen açıkladı. 15 Ağustos 1947’de karar uygulamaya konarak, Hindistan ve Pakistan ulus-devletleri kuruldu. Gandhi ise 30 Ocak 1948’de 500 kişinin katıldığı dua töreninde Hindu bir gazeteci tarafından üç kurşunla öldürüldü.
Martin Luther King ve Rosa Parks
Martin Luther King ise Thoreau ve Gandhi’nin fikirlerine Hıristiyanlıktan bazı öğeler katarak şiddet içermeyen direniş yöntemlerini bir adım daha ileri götürdü. King‘in örgütlediği barışçıl direnişler içinde en mütevazı ama en başarılı örneklerden biri Mongomery Boykotu idi. ABD’nin Alabama Eyaleti’nde otobüslere zencilerle beyazların ayrı kapılardan girmesi ve ayrı yerlere oturmasını zorunlu kılan ‘Jim Crow’ yasasının sonunu getiren eylemi ile tarihe geçen ise Rosa Parks’tı.
Rosa Parks, 1 Aralık 1955 günü Montgomery şehrinde bir otobüse binmiş, bir beyaz beyazlara ayrılan yerde yer bulamayınca, zencilere ait bölümde oturmuştu. Otobüse binen bir beyaz Rosa Parks’tan koltuğundan kalkıp kendisine yer vermesini istediğinde Parks yerinden kalkmadı. Tutuklandı ve hapse girdi. Bu olaydan sonra zenciler otobüslere binmediler, her yere yürüyerek gittiler. Müşterilerinin yüzde 75’ini kaybeden otobüs şirketi 382 gün sonra pes etti. ABD Federal Mahkemesi de otobüslerdeki bu uygulamayı yasakladı.
Yıllar sonra, “İnsanlar sürekli o gün yerimi yorgun olduğum için vermediğimi söylüyorlar, ama bu doğru değil. Fiziksel olarak yorgun değildim, ya da genelde bir işgünü sonunda olduğumdan daha yorgun değildim. Yaşlı da değildim, 42 yaşımdaydım. Hayır, tek bir yorgunluğum vardı: Pesetmekten yorulmuştum” diyecekti.
Martin Luther King, 21 Aralık 1956’da buna benzer bir eylem yaptı ve beyaz rahip Gleen Smiley ile birlikte bir otobüste yan yana oturarak seyahat etti. İlginçtir, bu eylemden sonra bir zenci kadının saldırısına uğradı ve bir süre hastanede yattı.
King’in rüyası
Martin Luther King, “İş ve Özgürlük İçin Washington’a Yürüyüş” eylemi dolayısıyla 28 Ağustos 1963’te Lincoln Anıtı’nın önünde toplanan 250 bin kişiye (60 bini beyazdı), “Bir rüyam var” diye başlayan ünlü konuşmasında “Gün gelecek bu ulus ayağa kalkıp kendi inancını gerçek anlamıyla yaşayacak. Şunu kendinden menkul bir gerçek kabul ederiz ki, bütün insanlar eşit yaratılmıştır. Bir rüyam var. Gün gelecek, eski kölelerin evlatlarıyla eski köle sahiplerinin evlatları, Georgia’nın kızıl tepelerinde kardeşlik sofrasına birlikte oturacaklar. Bir rüyam var. Gün gelecek, Mississippi Eyaleti bile, adaletsizliğin ve baskıların sıcağıyla bunalıp çölleşmiş olan o eyalet bile, bir özgürlük ve adalet vahasına dönüşecek. Bir rüyam var. Gün gelecek dört küçük çocuğum derilerinin renklerine göre değil karakterlerine göre değerlendirilecekleri bir ülkede yaşayacaklar!” diye haykırdıktan iki yıl sonra siyahlar, siyasal haklarına kavuştular. 1964’te Nobel Barış Ödülü’nü alan King, 4 Nisan 1968’de Tennessee’de, otel odasının balkonunda vurularak öldürüldü ama mücadelesi aynı yöntemlerle sürdürüldü ve Barack Huseyn Obama’nın başkanlığa seçilebildiği ABD ortaya çıktı.
Türkiye’nin sivil itaatsizlik literatürüne en büyük katkısı, 1 Şubat 1997’de Avukat Ergin Cinmen ve Sürekli Aydınlık İçin Yurttaş Girişimi öncülüğünde başlatılan “Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık Eylemi” idi. Erdem Gündüz’ün başlattığı ‘Duran Adam’ eylemleri ikinci büyük katkımız olacağına benziyor.
Kaynakça internet nüshasındadır.
Özet Kaynakça: Kamu Vicdanına Çağrı, Sivil İtaatsizlik, Çeviren: Yakup Cos¸ar, Ayrıntı Yayınları, 2013, Tarık Aygün, Efendiliğin Reddi, M. Gandhi, M. Luther King ve Doğrudan Eylem, Versus Kitap, 2011,?Jose Bove, Gilles Luneau, Sivil İtaatsizliğe Çağrı, Çeviren: Işık Ergüden, İletişim Yayınları, 2006.
Tarihin kaydettiği ilk sivil itaatsizlik eylemcisinin M Ö 5/4. yüzyıl düşünürü Sokrates olduğu kabul edilir. Yazılı eser bırakmadığı ve hiç seyahat etmediği için, kişiliği ve öğretileriyle ilgili bilgileri öğrencileri Platon ve Ksenophon’un eserlerinden öğreniriz. Aslında yaşayıp yaşamadığı bile kesin değildir. Bazıları, Sokrates’in Platon’un ikinci kimliği olduğunu ileri sürerler.
Sokrates, kaynaklarda yaz-kış üstünde bir harmani ile ve çıplak ayakla dolaşan, dökülmüş saçları, yuvarlak yüzü ve kaba görünümü ile filozoftan çok hamala benzeyen biri olarak tarif edilir. Şaraptan, aşırı yemekten, zevk verici alışkanlıklardan uzak yaşar. Gösterişten uzak sade tavırlı, sözüne ve borcuna sadık, dürüst, yeise kapılmayan, dirençli ve güçlü biridir.
Hayatının uzunca bir döneminde askerlik yapan, ilerleyen yaşında halk mahkemesinde jüri üyeliği ve yargıçlık görevlerinde bulunan Sokrates’i asıl ünlü yapan gençlere yönelik dersleridir. Bu dersler, çarşıda, sokaklarda, parklarda şiir, felsefe, bilim, sosyal konularda yapılan serbest konuşmalar şeklinde geçer. Ahlaklı ve bilgili gençler yetiştirmeyi amaçlayan Sokrates, karşılıklı konuşma şeklinde yürüttüğü bu derslerini ücretsiz verir. Derslerinin temel meselesi “Doğru bir yaşayış nasıl olmalıdır?” sorusuna cevap aramaktır.
Sokrates, 70 yaşını aştığı sıralarda popülerliğini kıskanan ve derslerde kendi çıkarları doğrultusunda kurdukları düzenin eleştirilmesine katlanamayan elitler tarafından, ‘dinsiz’, ‘devletin tanrılarını yok sayarak, yeni tanrılar yaratıyor’, ‘Atina’nın tanrılarından farklı tanrıları yüceltiyor’ diye ölüm cezası talebiyle mahkemeye verilir. Ancak 200 bin nüfuslu Atina’da yaşayan 30 yaş ve üzeri 6 bin yurttaş tarafından kurayla seçilen Beşyüzler Meclisi’ndeki yargılaması sırasında yaptığı savunma tarihe geçecektir. Sokrates, soru-cevap şeklinde geçen yargılama sürecini öylesine ustalıkla yönetmiştir ki, bir süre sonra yargılayanla yargılanan yer değiştirmiş, ‘yargıç’ Sokrates, Atina halkını, soylularını, devlet düzenini yerden yere vurmuştur.
Baldıran zehiri
Sokrates’in ‘diyalektik’ sorgulaması üzerine ne diyeceğini bilemeyen mahkeme heyeti fikirlerinden vazgeçtiğini söylemesi halinde affedilebileceğini söylediği halde Sokrates bunu kabul etmemiş, öğrencileri kendisini hapisten kaçırmayı teklif ettiklerinde reddetmiştir. Mahkeme uzun süren tartışmaların ardından Sokrates’i suçlu bulduğunu açıklar. Cezası baldıran zehri ile öldürülmektir.
Sokrates’in cezasının nasıl infaz edildiği, Platon’un Fedon isimli eserinde ayrıntılarıyla anlatılır. Buna göre, Sokrates, cezanın infazını yakın dostlarıyla beklemiş, kendisine zehri getiren görevliye “Pekâlâ dostum, sen bu şeyleri bilirsin, ne yapmam gerekiyor?” diye sormuş, görevlinin “Sadece iç!” demesi üzerine, geleneğe uygun olarak kabın içindeki zehirden tanrıların payı olan bir damlayı yere döktükten sonra kalanını bir kerede içmiştir. Ardından da dersine devam etmiştir. Vücudunun soğumaya başlaması üzerine, öğrencilerinden Kriton’a, hasta olan bir başka öğrencisi ve dostu Apollon’un iyileşmesi için sağlık tanrısı Asklepios’a bir horoz adadığını, bu adağı yerine getirmeyi unutmamasını söylemiş ve son nefesini vermiştir. Sokrates, yargılama süreci boyunca suskunluğun da en az konuşma kadar güçlü bir eleştiri yöntemi olabileceğini; ölüme karşı tutumuyla ise öldükten sonra dünyamızın bizsiz olacağından duyulan korkuyla nasıl baş edeceğimizi göstermiştir.
Walden’da bir münzevi
‘Sivil itaatsizlik’ kavramını teorileştiren ise 19. yüzyıl düşünürü Henry David Thoreau’dur. ABD’de, Walden Gölü’nün yakınlarında iki yıl münzevi yaşamı sürdüren Thoreau bir gün ayakkabılarını tamirden almak için kulübesinden çıkar. Yolda vergi memuru (aynı zamanda polis ve gardiyan) Sam Staples ile karşılaşır. Staples, Thoreau’nun son birkaç yıldır ödemediği ‘kelle’ vergisini ödemesini ister. Thoreau bunun ilkesel bir mesele olduğunu ve vergi ödemeyi düşünmediğini belirtir. Bunu üzerine Staples Thoreau’yu hapse atar.
Ertesi gün bir yakınının kefaletini ödemesi üzerine serbest kalan Thoreau buna sevinmez çünkü o vergiyi ödemeyerek köleliği, 1846-1848 arasında Meksika’ya karşı verilen savaş dolayısıyla yürürlüğe konulan zorunlu askerliği protesto etmek istemiştir. “En iyi hükümet, en az hükümet edendir” diyen Thoreau’nun 1848’de verdiği bir konferansta kullandığı ‘sivil itaatsizlik’ kavramının iki temel ilkesi vardı: Birincisi, devletin otoritesinin ancak yönetilenlerin rızasına dayanabileceğiydi. Adalet, hükümetin kanunlarından daha üstün bir kavramdı ve birey, kanunların adil olup olmadığını yargılama hakkına sahipti. İkincisi, birey kanunların adil olmadığına kanaat getiriyorsa, bunlara itaat etmeme hakkı vardı ancak bu itaatsizlik şiddet içermeyen yöntemlerle yapılmalıydı.
Yakın arkadaşı John Brown’ın sivil itaatsizlik eylemleri sırasında öldürülmesiyle sarsılan Thoreau’nun bu fikirleri, tüberkülozdan öldüğü 1866 yılından itibaren daha geniş bir kamuoyunca bilinir oldu.
Gandhi ve Satyagraha
Thoreau’nun fikirleri Hindu hukukçu, düşünür ve siyasetçi eylemci Mahatma Gandhi tarafından hayata geçirildi. İncil, kutsal Hindu metinleri Bhagavad Gita, büyük Rus edebiyatçısı Tolstoy (‘anarko- pasifizm’ veya ‘şiddet-karşıtı anarşizm’ terimleriyle ifade edilen düşüncenin önderlerindendi) ve Thoreau’nun görüşlerinden esinlenen Gandhi ilk şiddetsiz direnişini Hindistan’da değil, bir Hint şirketinde avukat olarak çalışmak üzere 1893’te gittiği Güney Afrika Cumhuriyeti’nde başlatmıştı. Gandhi, 1906’da, Güney Afrika hükümeti, Hint kökenlilerin özel bir kimlik taşımalarını öngören bir kararnameyi kabul edince, 11 Ağustos’ta Johannesburg’da düzenlenen büyük bir protesto gösterisinde ilk kez ‘Satyagraha’ ilkesine atıfta bulundu ve taraftarlarını şiddet içermeyen eylemlere davet etti.
‘Şiddet içermeyen direniş’ anlamına gelen Satyagraha’nın yol haritası şöyleydi: Önce bir haksızlık tespit ediliyor ve onun yasakladığı şey bulunuyordu. Sonra bir grup bu yasağı deliyor ve tutuklanıyordu. Tutuklamalardan sonra Gandhi kitleleri eyleme çağırıyor, çağrıya uyan kitleler yasayı çiğniyor ve tutuklanarak hapse atılıyorlardı. Hapiste de boş durmuyorlar ve açlık grevi yaparak seslerini duyurmaya çalışıyorlardı. Bir süre sonra tutuklu sayısının artması yüzünden hapishaneleri kontrol etmekte zorlanan hükümete yasayı kaldırma çağrısında bulunuluyordu. Hükümet durumun sürdürülemez hale geldiğini görüyor ve yasayı kaldırıyordu.
Bir hukukçu olan Gandhi bunları yaparken yasalara saygısızlığı hedeflemiyordu. Aksine, her yasağı delişinde, cezalandırılmayı adil buluyor ve hapse girmeyi göze alıyordu. Öte yandan Satyagraha düşüncesinin izleyicileri sadece karşı çıkmayı da hedeflemiyordu. Amaçları karşı çıkarken karşılarındakini de ikna etmekti.
Henüz yeterince olgunlaşmamış da olsa, Satyagraha yöntemi işe yaradı ve 1915’te Güney Afrika hükümeti, Britanya ve Hindistan’ın da baskısıyla, Gandhi ile uzlaşma için masaya oturmak zorunda kaldı. Bu kısmi başarıdan sonra Hindistan’a dönen Gandhi 1918 yılında Bihar Eyaleti’nde aynı yöntemleri izleyerek on binlerce fakir çiftçi, köylü ve serfi örgütleyerek sivil direnişin içine soktu. İngilizler kendisini tutukladı ancak yüz binlerce kişi bu saldırıyı protesto ederek cezaevini sarınca Gandhi serbest bırakıldı. Gandhi’ye ‘Bapu’ (Baba) ve ‘Mahatma’ (Yüce Ruhlu) diye seslenilmeye başlanması bundan sonra oldu.
Tuz Yürüyüşü
Gandhi’nin en ünlü eylemi ise Tuz Yürüyüşü idi. 1928’de Hindistan’a bir yıl içinde dominyon statüsü verilmesi teklifine İngilizlerin olumlu cevap vermemesi üzerine önce INC, 26 Ocak 1930’da bağımsızlık ilan etmiş ve 12 Mart 1930’da Gandhi ve 78 yoldaşı ünlü Tuz Yürüyüşü’ne başlamıştı. Yürüyüşün amacı, 1762 yılından beri yürürlükte olan ve yılda 25 milyon pound’luk vergiye kaynaklık eden Tuz Yasası’nı (Britanya’nın tuz tekelini) ihlal etmek için denizden tuz çıkarmaktı. Gujarat Eyaleti’nin başkenti Ahmedabad yakınlarındaki Sabarmati Aşram’dan başlayan yürüyüşe yolda binlerce kişi katıldı. Hint Okyanusu kıyısındaki Dandi Köyü’ne kadarki 388 kilometrelik mesafeyi çıplak ayakla 24 günde kat eden 61 yaşındaki Gandhi, 6 Nisan 1930 sabahı İngiliz polislerinin şaşkın bakışları arasında denize yürüdü ve çamura karışmış bir topak tuzu avuçlarına alarak tatlı suda yıkayarak ufaladı. Böylece bir Hindu’nun tuz çıkaramayacağına dair Tuz Yasası’nı ihlal etti. Ardından Gandhi’nin çağrısına uyan binlerce köylü deniz kıyılarına akın ederek tuz çıkarmaya başladılar. Gandhi ve 60 bin eylemci hapse atıldı ancak yasa da işlemez hale getirildi.
Bundan sonrası, başarı veya başarısızlık sayılmayacak denli karmaşık. Gandhi, 1934’te kendi yöntemlerini desteklemeyen INC’den ayrılıp Rajkot şehrine yakın bir köye yerleşti. Orada bir komün (aşram) kurarak sade bir yaşam sürmeye başladı. Bu köyden yürüttüğü sayısız şiddetsiz direniş örgütleyen ve defalarca tutuklanan Gandhi’nin mücadelesi sonunda Britanya Başbakanı ülkeyi ikiye bölme planını resmen açıkladı. 15 Ağustos 1947’de karar uygulamaya konarak, Hindistan ve Pakistan ulus-devletleri kuruldu. Gandhi ise 30 Ocak 1948’de 500 kişinin katıldığı dua töreninde Hindu bir gazeteci tarafından üç kurşunla öldürüldü.
Martin Luther King ve Rosa Parks
Martin Luther King ise Thoreau ve Gandhi’nin fikirlerine Hıristiyanlıktan bazı öğeler katarak şiddet içermeyen direniş yöntemlerini bir adım daha ileri götürdü. King‘in örgütlediği barışçıl direnişler içinde en mütevazı ama en başarılı örneklerden biri Mongomery Boykotu idi. ABD’nin Alabama Eyaleti’nde otobüslere zencilerle beyazların ayrı kapılardan girmesi ve ayrı yerlere oturmasını zorunlu kılan ‘Jim Crow’ yasasının sonunu getiren eylemi ile tarihe geçen ise Rosa Parks’tı.
Rosa Parks, 1 Aralık 1955 günü Montgomery şehrinde bir otobüse binmiş, bir beyaz beyazlara ayrılan yerde yer bulamayınca, zencilere ait bölümde oturmuştu. Otobüse binen bir beyaz Rosa Parks’tan koltuğundan kalkıp kendisine yer vermesini istediğinde Parks yerinden kalkmadı. Tutuklandı ve hapse girdi. Bu olaydan sonra zenciler otobüslere binmediler, her yere yürüyerek gittiler. Müşterilerinin yüzde 75’ini kaybeden otobüs şirketi 382 gün sonra pes etti. ABD Federal Mahkemesi de otobüslerdeki bu uygulamayı yasakladı.
Yıllar sonra, “İnsanlar sürekli o gün yerimi yorgun olduğum için vermediğimi söylüyorlar, ama bu doğru değil. Fiziksel olarak yorgun değildim, ya da genelde bir işgünü sonunda olduğumdan daha yorgun değildim. Yaşlı da değildim, 42 yaşımdaydım. Hayır, tek bir yorgunluğum vardı: Pesetmekten yorulmuştum” diyecekti.
Martin Luther King, 21 Aralık 1956’da buna benzer bir eylem yaptı ve beyaz rahip Gleen Smiley ile birlikte bir otobüste yan yana oturarak seyahat etti. İlginçtir, bu eylemden sonra bir zenci kadının saldırısına uğradı ve bir süre hastanede yattı.
King’in rüyası
Martin Luther King, “İş ve Özgürlük İçin Washington’a Yürüyüş” eylemi dolayısıyla 28 Ağustos 1963’te Lincoln Anıtı’nın önünde toplanan 250 bin kişiye (60 bini beyazdı), “Bir rüyam var” diye başlayan ünlü konuşmasında “Gün gelecek bu ulus ayağa kalkıp kendi inancını gerçek anlamıyla yaşayacak. Şunu kendinden menkul bir gerçek kabul ederiz ki, bütün insanlar eşit yaratılmıştır. Bir rüyam var. Gün gelecek, eski kölelerin evlatlarıyla eski köle sahiplerinin evlatları, Georgia’nın kızıl tepelerinde kardeşlik sofrasına birlikte oturacaklar. Bir rüyam var. Gün gelecek, Mississippi Eyaleti bile, adaletsizliğin ve baskıların sıcağıyla bunalıp çölleşmiş olan o eyalet bile, bir özgürlük ve adalet vahasına dönüşecek. Bir rüyam var. Gün gelecek dört küçük çocuğum derilerinin renklerine göre değil karakterlerine göre değerlendirilecekleri bir ülkede yaşayacaklar!” diye haykırdıktan iki yıl sonra siyahlar, siyasal haklarına kavuştular. 1964’te Nobel Barış Ödülü’nü alan King, 4 Nisan 1968’de Tennessee’de, otel odasının balkonunda vurularak öldürüldü ama mücadelesi aynı yöntemlerle sürdürüldü ve Barack Huseyn Obama’nın başkanlığa seçilebildiği ABD ortaya çıktı.
Türkiye’nin sivil itaatsizlik literatürüne en büyük katkısı, 1 Şubat 1997’de Avukat Ergin Cinmen ve Sürekli Aydınlık İçin Yurttaş Girişimi öncülüğünde başlatılan “Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık Eylemi” idi. Erdem Gündüz’ün başlattığı ‘Duran Adam’ eylemleri ikinci büyük katkımız olacağına benziyor.
Kaynakça internet nüshasındadır.
Özet Kaynakça: Kamu Vicdanına Çağrı, Sivil İtaatsizlik, Çeviren: Yakup Cos¸ar, Ayrıntı Yayınları, 2013, Tarık Aygün, Efendiliğin Reddi, M. Gandhi, M. Luther King ve Doğrudan Eylem, Versus Kitap, 2011,?Jose Bove, Gilles Luneau, Sivil İtaatsizliğe Çağrı, Çeviren: Işık Ergüden, İletişim Yayınları, 2006.