GÜNDEM
Fethullah Gülen MGK belgesi için ne dedi?
Fethullah Gülen, Taraf gazetesinde yayımlanan 2004 yılındaki “cemaati bitrme eylem planı” hakkındaki haberle ilgili ilk kez açıklama yaptı. Peki Gülen 28 Şubat sürecinde ne yaptı?
30 Kasım 2013, Cumartesi
Fethullah Gülen, Taraf gazetesinde yayımlanan 2004 yılındaki “cemaati bitrme eylem planı” hakkındaki haberle ilgili ilk kez açıklama yaptı. Gülen, bugün AK Parti hükümetinin dershaneleri kapatma kararının arkasında 2004'te alınan MGK kararlarının delil olduğunu iddia ederek, ''Şimdi denen, edilen şeylerle şahsen benim kolum, kanadım kırıldığı gibi, dilime de bir kilit vuruldu'' dedi.
Herkul.org sitesinde yayımlanan konuşmasında Gülen, şu ifadeleri kullandı:
SİNEYE ÇEKTİĞİMİZ ŞEYLER VAR
Sineye çektiğimiz, ama zatında hazmedilemeyen şeyler var. Sabrın gereği, onları sineye çekiyorsunuz, yutkunuyorsunuz; çok rahat olan insanlar gibi hemen boşalmayı düşünmüyorsunuz. Çünkü boşaldığınız zaman, çoklarını kırıp geçirmeniz, rencide etmeniz söz konusu. Başkalarını kırmayayım diye, hazmedilmeyecek şeyleri atıyorsunuz içinize; bu defa siz kırılıp dökülüyorsunuz. İşin aslı bu.
DEFAATLE BOĞAZLANDIK
Bir yönüyle hep hüsn-ü zannımızın kurbanı olduk. “Bu mevzuda defaatle boğazlandık.” diyebiliriz. Ama hüsn-ü zan mümkün oldukça, hüsn-ü zan etmek ve hüsn-ü zanna kilitlenmek lazım.
Fakat yine bir hadisin ifadesiyle, “Bir mü’min bir delikten bir defa ısırılır.” Hüsn-ü zan ettiğimiz şeylerde sürekli negatif bir kısım tavır ve davranışlarla karşı karşıya kaldıysak, bu defa Hazreti Pir’in verdiği ölçüler çerçevesinde, “hüsn-ü zan, adem-i itimat.” Başkaları hakkında kötü düşünmeme, elden geldiğince en olumsuz şeyleri bile iyiye yorumlama ve makul birer mahmil bulma; “ihtimal ki şundan dolayı yapmıştır” deme…
İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallahu aleyhi ve sellem) “İbadetin en güzelini arıyorsanız, mü’minler hakkında hüsn-ü zan etmektir” buyuruyor.
ON DEFA GÖZLERİNİ SİLİP YENİDEN BAKMAYA GEREK YOK
Tarikat-ı Muhammediye üzerine yazılan şerhlerden biri olan Berika’nın müellifi İmam Hâdimî, “Bir mü’mini fuhuş işlerken bile görsen, hemen onun hakkında hükmünü verme. Gözlerini sil, ‘Allah Allah, o insan böyle çirkin bir işi yapmaz; yoksa ben yanlış mı gördüm!’ de; dön bir kere daha ‘O mu?’ diye kontrol et. O ise, ‘İhtimal yine yanlış gördüm’ de; bir kere daha, bir kere daha gözlerini yalanla ve onları silip tekrar bak.” (diyor). Hazreti İmam’ı çok severim, ona karşı derin hürmetim vardır ama bu sözlerini fazla bulurum. Zira, on defa gözlerini silip yeniden bakmaya ve o işi tahkik etmeye hiç gerek yoktur. Çünkü ilk bakışta insanın içinde hâlâ bir şüphe vardır ve bu şüphe, söz konusu insan hakkında verilecek kararın daha müsbet olması için bir menattır. Eğer mesele tahkik edilirse, kesin hükme varmaktan başka bir yol kalmayacaktır. Dolayısıyla, insan, gözüne bir çirkinlik iliştiği zaman, tecessüs, teşhis ve tesbit peşine düşmeden, o sevimsiz fotoğraflar gönlüne akarak fuad kazanında eriyip bir hüküm kalıbına girmeden, hemen sırtını dönüp oradan uzaklaşmalı; “Allahım günahkâr kullarını hidayete erdir, beni de affet!..” demeli ve gördüğünü de unutmalıdır.
CD'LER OLUŞTURMAK BİR MÜMİNİN YAPMAMASI GEREKEN ŞEYLER
Öyle bir durumda bile olsa, insanlar hakkında hüsn-ü zan etmeli. CD’ler oluşturmak, chiplere değişik şeyler yüklemek, bazı kimselerin haysiyet, şeref, namus ve iffetiyle alakalı bazı şeyleri teşhir etmek suretiyle onları yıkmak ve devirmek, bir mü’minin yapmaması gerekli olan şeyler; caiz olmayan şeylerdir bir mü’min için.
Kur’an-ı Kerim’de bazı hususlarda ahkam çok net, çok belirgin olduğu halde, İnsanlığın İftihar Tablosu o mevzuda hep Cenâb-ı Allah’ın hilm u silmini nazar-ı itibara alarak hilm ile muamele etmiştir. Madem Allah Halim’dir.. madem Allah Rasûlü’nün dedesi Hazreti İsmail Halim’di.. Hilm, olumsuz şeyleri müsamaha ile karşılama demektir; en olumsuz şeylerde dahi güzel bir kısım mahmiller bularak, ondan sıyrılma, sırtını dönme, üzerinde durmama, karşı tarafı yıkma gayreti içine girmeme demektir.
Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, işledikleri günah sonrası, suçlarını itiraf ederek Allah’ın huzuruna temiz olarak gitmek isteyen Mâiz ve Gâmidiyeli kadın için şöyle böyle bir mahmil bularak, “Dön, git, Allah’ın affetmeyeceği günah yoktur.” demiş ve tevbe yolunu göstermiş; kendi ısrarlı talepleriyle cezalandırıldıktan sonra da biri hakkında “Öyle bir tevbe etti ki, bu tevbe şu iki dağ arasındaki insanlara paylaştırılsaydı hepsine yeterdi!”, diğeri hakkında da “O öyle bir tevbe etti ki eğer haraç alan bir mü’min dahi bu tevbeyi yapsaydı Allah affederdi!” buyurmuştu.
STANTLARDA DEĞERLERİNİZİ TEŞHİR EDİYORSUNUZ, BEĞENENLER ALIYORLAR
Meselenin makuliyeti ve Kur’an aklîliği sayesinde her türden insanın bir araya geldiği bir camia.. Stantlarda değerlerinizi teşhir ediyorsunuz, beğenenler alıyorlar.
* Yeni değil, kadimden bu yana sizin yaptığınız bu şeylere karşı değişik komplolar oluşturulmuştur. Ta Pîr-i Mugan döneminden itibaren, bir taraftan iyilik adına açılımlar sergilerken, bir taraftan da birileri tarafından çelmeye, el-enseye maruz kalmışsınızdır.
* 2004’te de bir dayatma olmuş. Eğer daha sonra birileri tarafından “Ben kaç defa bu mevzuda bakanları değiştirdim, bu işi yapın filan diye…” Sürç-ü lisan kabilinden mi, sağlam mülahazaya alamama kabilinden mi, bu mesele böyle tekerrür edip durmasaydı.. o gün alınan kararların bir sonucu olarak, bugün bu meselenin üzerine gelme duygusu olmasaydı.. maşerî vicdanda böyle algılanma olmasaydı.. Bütün maşerî vicdan meseleyi şimdi öyle algılıyor; “Demek ki o zaman öyle karar verilmiş, sonra ardarda bunlar sürekli, o mevzudaki vazifelileri değiştirerek hep bu işin üzerine gitmişler” şeklinde.. Ama bunlar denmeseydi, hüsn-ü zannımın gereği şuydu: “Bu mesele konjonktüreldi. O günün şartlarını bilmiyoruz, hadisenin içinde değildik ki biz o hadiseyi arka planıyla görelim, felsefesiyle değerlendirelim.” derdim. Devamı, temadisi olmasaydı, meseleye öyle bakardım. Ama o mevzuyu te’yid eder mahiyette beyanların verilmesiyle, öyle bir mesele karşısında, maşerî vicdan karşısında da bana diyecek bir şey kalmıyor.
* Ben yoksa o meseleye nasıl bakardım biliyor musunuz? Hudeybiye Sulhu gibi bakardım. Derdim ki: “O mevzuda problem çıkarmamak için, bütün bütün o mevzuyu negatif hale getirmemek için, fonksiyonu yitirmemek ve bertaraf edilmemek için muvakkaten bir tavizden ibaretti bu. Fakat sonra meselenin üzerine gidilmemek suretiyle, mesele pozitif olarak değerlendirildi.” Bu nazarla bakar, işi hüsn-ü zanla yumuşatır ve maşerî vicdana da meseleyi öyle duyurmaya çalışırdım. Şimdi denen, edilen şeylerle şahsen benim kolum, kanadım kırıldığı gibi, dilime de bir kilit vuruldu. O gün öyle dendi, arkadan da ısrarla işin üstünde duruldu; “Atılan o imzaların hakkını yerine getirin!.” falan.. gibi, sürç-ü lisan değilse, bir zuhul değilse, bu mevzuda birilerinin dürtüleriyle söylenmiş sözler değilse şayet.. bu şunu-bunu değil, benim kolumu-kanadımı kırdı.. buradaki hüsn-ü zan sistemimi kullanmama mani oluyor.
* Her şeye rağmen ben düşünüyorum; “Acaba bunu bile nasıl bir hüsn-ü zan yorumuna bağlayabilirim?” Bir şey bulamadım şu ana kadar…
* Bu işlerle uğraşılırken, asıl meşgul olunması gerekli olan şeyler ikinci plana itilecek… Mesela genel orta dereceli okullarda %35 nisbetinde içki içen talebe var. Bu neredeyse ortaokul talebelerine kadar inmiş. %30 nisbetinde sigara içen öğrenci var. Bunlar yaygınlaşıyor. %15-20 nisbetinde uyuşturucu alışkanlığı var. Türkiye’nin esas problemi budur; gelecek nesillerin uyuşturucu, içki içen, sigara içen nesiller olması.. ve bizim bunlarla mücadele ediyor gibi bir tavrımız varken, böyle çok önemli, metastaz olmaya meyilli kanser gibi yarının yığınlarını batırabilecek bir problem varken, böyle bağışlayın, çok özür dilerim, böyle eften-püften meselelerle meşgul olmak, bir yönüyle mühimme takılıp da onlarca ehemmi görmezden gelmek gibi bir hal oluyor. Onu anlamakta da işin doğrusu zorlanıyorum.
* Hüsn-ü zan esas olduğu gibi, su-i zanna da sebebiyet vermemek lazım. O mü’minler de kendi haklarında su-i zanna sebebiyet verecek şeylerden sakınmalıdırlar. Yaptıkları şeylerin makul, Kur’an aklîliği içinde kabul edilir olması lazım. Esasen biz de kendi tavır ve davranışlarımızla, bu mevzuda olumsuz bazı şeylere mukabelelerimizde aynı su-i zanna düşmemeliyiz, su-i zan edilebilecek duruma düşmemeliyiz. O yüzden tedbirli ve temkinli olmalıyız.
* Bazı dostlarımız sükût çağrısı yapıyorlar. O bazı dostlarımıza deseniz ki, “Şu meselede siz de sussanız ya!..” Bakın ne derler: “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır”, Peygamber Efendimiz buyuruyor.” Geçen musahabede de geçtiği üzere, siz eğitim yuvaları açmak suretiyle, toplumunuza hizmet etmek suretiyle ve temel değerlerinizi tüm dünyaya tanıtmak suretiyle açılımlarınızda aklın, mantığın, muhakemenin gereği olarak, Kitap ve Sünnet’le test ettikten sonra bu meseleleri yanlış görüyorsanız, o yolda yürümeniz Hakk’a karşı saygısızlıktır. Fakat Kitap, Sünnet, İcma-yı Ümmet, Kıyas-ı Fukaha ve zamanın tefsirini arkanıza alarak bu yolda yürüyorsanız, hak demektir o. Bu defa da falanın filanın bu mevzuda önünüzü kesmesi, şöyle-böyle sizin üzerinize gelmesi karşısında yürüdüğünüz bu hak yoldan dönerseniz şayet, Hakk’a karşı saygısızlık yapmış olursunuz; dolayısıyla Allah’a, Kitap’a, Sünnet’e karşı da saygısızlık yapmış olursunuz. Yaptığınız şeylerde Allah’ın sevmediği, Peygamber’in kabul etmediği/etmeyeceği ve milli değerlerinize ters ne vardır? Üniversite hazırlık kurslarınızda uyuşturucu, sigara, alkol mü kullanılıyordur? Bohemlik mi yapılıyordur? Bunlar yapılıyorsa, ben de öyle derim, “Kapılarına kilit vurun, çekilin, iyilik yerine kötülük yapıyorsunuz siz!..” Eğer bunlar yok da, kendi toplum değerlerinize bir yürüyüş varsa şayet, bu haktır; bundan dönmek, nâhak bir şey olur. O zaman böyle bir mevzuyu müdafaa etmede susmak dilsiz şeytanlıktır.
* Kuvvet hakta olmalı, hak kuvvette değil. Kuvvet hakka tâbi olmalı. Kuvvetin en önemli derinliği, hakkı temsil etmesine bağlıdır. “Kuvvet bende!..” diye, “ben her şeyi yaparım” mülahazası çok defa insanı nâhak şeylere sevkedebilir.
FETHULLAH GÜLEN 28 ŞUBAT SÜRECİNDE NE YAPTI?
"Darbelerden biz çektik" diyen Fethullah Gülen 28 Şubat darbesi sürecinde şu açıklamaları yaptı:
"…dış yapısı itibariyle kararlara bakılınca bir muhtıra şeklinde de yorumlayabilir bazıları. ben şahsen öyle yorumlamak istemiyorum. öyle yorumlamamak için de bazı sebepler var. bunun kitaplardaki yerini aramaktan ziyade 12 mart muhtırasına muhatap olan insanlardan biri olarak yaşadım, gördüm. muhtıra muhtıraydı. doğrudan doğruya devletin dışında, cumhurbaşkanı ve başbakanın dışında, bakanlar kurulunun dışında, devlete tavsiye şeklinde değil, doğrudan doğruya bazı şeyler gönderdiler ki, devlet tecrübesi olan cumhurbaşkanı devleti devretti. bu millet, avam halk bile muhtıranın ne olduğunu gördü. oysa burada belli ölçüde milli güvenlik kuruluyla, dâhiliye vekili ve hariciyeden insanlar var. devletin başındaki insan başbakan var. oturuyorlar bunlar aralarında konuşuyorlar, türkiye'nin bir krize doğru kaydığını müzakere ediyorlar. bazı aşılmaz problemler ve ileriye matuf endişe verici bazı şeylerin söz konusu olduğu kararına varılıyor ve sonrasında ortaya bir tavsiyename çıkıyor. bir tavsiyename diyoruz. bu tavsiyenameye orda herkes imza atıyor, bir ikisi de sonra atıyor. imzayı geciktirmede kendi açılarından bir mülahazaları olabilir… burada tavır koymadan daha ziyade, jan jaqoues rousseou mülahazasıyla yaklaşacak olursak güvenlik kurulu içtimai mukavelesi denebilirdi. yakışıksız bir şey oldu ama karşılıklı oturup bazı şeyleri görüşmüşler ve mukaveleye imza atılmış.
bu mukavelede ele alınan tavsiye kararlarını bu açıdan ben şahsen muhtıra şekliyle algılanmasını telif edemiyorum. niçin bu işin üzerinde bu yorumlarla duruluyor, askeriye muhtıra verdi diye suçlanıyor? ben bunu yanlış buluyorum." (samanyolu tv / osman özsoy ve mim kemal öke ile / 29.03.1997)
" soru: mgk kararlarının siyasetteki yeri nedir sizce?
cevap: … mesela şimdi onlar da şöyle düşünüyorlarsa, biz burada milli güvenlik, milletimizin güvenliğini şayet koruma mevkiinde bulunuyorsak ister gerçekten öyle olsun ister bizim içtihatlarımıza, algılamalarımıza göre şu gelişmelerde rejim için şayet bir tehlike ise bizim sorumluluğumuz altındadır bunlara müdahale etmek. müdahale etmediğimiz zaman tarih önünde suçlu oluruz mülahazasıyla hareket ediliyorsa meseleyi böyle algılıyorsa bana göre onlar masumdurlar. eğer işin içinde bir hata varsa bu içtihat hatasıdır. hatta fakihlerin mülahazasıyla da yaklaşılabilir, içtihattaki hatalar bir sevap kazandırır, isabet olursa iki sevap kazandırır mülahazası." (kanal d / yalçın doğan'a verdiği mülâkat / 16.04.1997)
"fakat tıpkı bir kangren olmuştu… buna neşter vurma manasında bir şey yapıldı. birdenbire böyle kaoslu bir durumdan, nizama, intizama, ahenge geçilmesi elbette pek mümkün değil. fakat şu anda bir uçurumdan geriye dönülmüştür. dilerim inşallah, birileri çıkıp içinden zor sıyrıldığımız o fasit dairenin içine milleti bir daha çekmez." (yasemin çongar'la röportaj; milliyet; 31.08.1997)
"… askerlerimiz bir yönüyle yaptıkları bazı şeylerden ötürü bazı çevrelerce, belki antidemokratik davranıyor sayılabilirler. ama onlar konumlarının gereğini anayasanın kendilerine verdiği şeyleri yerine getiriyorlar. hatta dahası, ben zannediyorum, onlar, bazı sivil kesimlerden daha demokrat. biraz evvel arz ettiğim mülahazalar açısından herhalde onların temsil ettikleri kuvvet şu partiler arasında birbirini istemeyen insanların elinde olsa bir gece hızlı bir baskınla gelirler hasımlarını bertaraf ederler onun yerine otururlar. kuvvet ellerinde olduğu halde. fakat çok mantıki davranıyorlar. çok muhakemeli davranıyorlar. epey zamandan beri. his öne çıkmıyor burada ve kuvvet, güç gösterisi şeklinde öne çıkmıyor. bana demokraside daha dengeli geliyorlar, o açıdan…" (kanal d / yalçın doğan'a verdiği mülâkat / 16.04.1997)
"askeriye gerçi gücü temsil ediyor. gücün temsil edildiği yerde mantık, muhakeme tam kıvamına da ulaşmayabilir. isteselerdi orada bu böyle olacak diyebilirlerdi. oturup orada meseleyi altı saat müzakere etmezlerdi. demek ki, devlet başkanının huzurunda meseleye çok yumuşak ve insaflıca yaklaştılar. orada bir kısım tavsiye kararlarını ortaya koydular. bu süre içinde tatbikini devlete bıraktılar. yani demokratik yollardan problemler çözülsün istediler. antidemokratik mücadelelere başvurmayı düşünmediler. ben bunu böyle algılıyorum." (samanyolu tv / osman özsoy ve mim kemal öke ile / 29.03.1997)
"fakat şurası da bir gerçek ki milli güvenliğin hali hazırdaki konumu anayasal bazı esaslara dayandırılmıştır. milli güvenlik kurulu her şeyi aşarak, kanunları aşarak, parlamentoyu aşarak, anayasayı aşarak kendi kendine o konuma yükselmemiş, oraya gelip oturmamış ve millete karar yağdırmıyor yani, anayasal bir müessesedir. anayasal bir müessese, anayasanın gerektirdiği yerde kendi konumunun gerektirdiği şeyleri yerine getirmeyi düşünür." (kanal d / yalçın doğan'a verdiği mülâkat / 16.04.1997)
"ama bazı durumlar olmuştur ki askeri müdahalelerin neşter vurması söz konusu olmayınca belki o kangren bertaraf edilememiş, o kanser aşılamamıştır. türkiye'yi 12 mart muhtırasına götüren dönemleri biliyorum. o dönemde gadre uğrayanlardan birisiyim. 12 eylül dönemini de çok iyi biliyorum. devlet memuruydum, vazu nasihat ediyordum. herkes belli bir hevesin zebunu türkiye'yi bir yerlere çekmek istiyorlardı. ve çekilmişte olabilirdi 12 eylül'de. türkiye bir ejderin ağzına atılmış olabilirdi. ve şimdi biz asya'daki o devletler gibi perişan, derbeder, yıkık-dökük rusya'nın vesayetinde bir hale gelebilirdik. bu açıdan askerî müdahaleleri bütün bütün yadırgamak, bütün bütün isabetsizdir demek doğru değildir ama acaba demokrasi içinde askeri güç o dönemde anarşiyi aşamaz, kargaşanın önüne geçemez miydi? terörü bertaraf edemez miydi? bunları geleceğin sosyologları, felsefî tarihçileri değerlendirecek, hükümlerini verecek, yanlış iş yapanları efkar-ı ammede mahkum edecekler. tarih de mahkûm edecek onları. o bakımdan o hususlara girmek istemiyorum." (inter star tv / 6 temmuz 1995)
"darbeciler hep su-i niyetli (art niyetli) olmamışlardır. güzel şeyler olmuştur. fakat darbede çok önemli kayıplar da olmuştur. bunların başında demokrasi inkıtaa uğramıştır. bir sürü tecrübe, birikim heba olmuştur. o ölçüde tecrübe ve birikime sahip olmayan insanlar başkalarından beslenmek, sistemi çürütmek hevesine sahip olmuşlar. oysa ki bu da bir uzmanlık sahasıdır. o açıdan darbe tam bir çözüm değildir. darbe, çaresizlikte hekimin neşteri gibi, komplikasyonları da nazar-ı itibara alınarak yapılan bir mualecedir (tedavidir), arap atasözü vardır. ‘dağlama en son çaredir.' bütün mualeceler kullanılır, en son demir kızdırılır, basarlar. bu bir yönüyle kader-denk noktasında bir değerlendirmedir. bu götürebilir de, yerinde bırakabilir de." (samanyolu tv / osman özsoy ve mim kemal öke ile / 29.03.1997)
"türk milleti asker bir millettir. o kadar askerle bütünleşmiştir ki, yeri geldiğince malazgirt'ten çanakkale'ye, çanakkale'den kıbrıs'a uzanan çizgide askerlik vak'ası bütün şuuraltımızı etkilemiştir. bugün de güneydoğu'da seve seve canlarını vererek şehid düşen askerlerimiz vardır. bunlar milletimizin askere olan manevi bağlarının ne kadar güçlü olduğunu göstermektedir. kim ne derse desin asker millet, askerini sever, bağrına basar ve o asker ocağına peygamber ocağı nazarıyla bakar. kimsenin hiç endişesi olmasın." (samanyolu tv / osman özsoy ve mim kemal öke ile / 29.03.1997)
"soru: orduya sızmaya çalıştığınız iddialarına cevabınız ne olacak?
cevap: hayatımda hiçbir zaman orduya ters, ordu aleyhinde ve ordunun kabûllerine aykırı bir faaliyetim olmamış ki, orduyu faaliyetlerime engel görerek, ona sızmaya çalışayım. asıl, din'in her türlü tezahürüne karşı çıkıp, lâikliği ve atatürkçülüğü dinsizlik şeklinde takdim edip, kendi emelleri istikametinde kullanmak isteyenler, ordunun lâiklik ve atatürkçülük konusundaki hassasiyetini istismarla, onu bu ülkenin dindar ve vatansever evlâdlarına karşı kışkırtmaya çalışıyorlar. ordu, ilki bizzat ordunun komutanını, genelkurmay başkanını müebbed hapse mahkûm edecek bir cunta hareketi olarak, cumhuriyet tarihinde üç defa idareye müdahalede bulunmuş, fakat her müdahale sonrasında hiçbir zaman din ve dindarlar aleyhinde, kendisini din aleyhinde kışkırtanların istekleri istikametinde bir uygulamada bulunmamıştır. asıl tehlike, ordu ile bağrından çıktığı milletimizi ve onun mukaddeslerini karşı karşıya getirme çalışmalarındadır. ordunun bunun şuurunda olduğuna inancım tamdır." (aksiyon / 6 haziran 1998 / sayı 183)
"bir kere orduyla aramızda bir gerginlik olduğunu kabul etmiyorum. ben kim oluyorum ki böyle gaziler evladı şehitler namzedi bir orduyla arasında gerginliğe hak versin. burada orduya karşı saygı duyuyorum derken de bazıları acaba mülahazası ne diye aklına gelebilir. ama benim atalarım asker. edirne'de bulgara karşı savaşan şükrü paşa özbeöz benim dedem. ailemde hep asker kahramanlıkları duydum. o kahramanlık yanının etkisiyle okuyup asker olayım diye düşünmüşümdür. askere karşı bir sevgim var. bir rahatsızlık varsa o benim bazı tavırlarımdan kaynaklanmış olabilir. ordu bazı konularda hassastır, duyarlıdır. onlar da zamanın ve kendi bildiklerinin tesirlerinde bazı yorumlar yapıyorlardır. onlar laiklik ve cumhuriyet gibi hassas konularda vazifeleri ve sorumlulukları gereği daha fazla hassas olma durumundadır. bazı manipülasyonlar bu hassasiyete çarpınca böyle şeyler olabiliyor." (milliyet / özcan ercan'la röportaj / 5 nisan 1998)
(milligazete.com.tr)