GÜNDEM
2004’te MGK kararları ne işe yaramıştı?
Ya koca Türkiye aptal yerine konuluyor, ya da öfkenin aklımızı ve basiretimizi bağlaması bekleniyor. Mesele gündeme getirenlerde değil, gündemin kendisinde. Öyleyse hep birlikte 2004'ü hatırlayalım.
Karargâhlarda darbe planlarına ayrılan zamanın mesai saatlerini aşması, Irak'ın işgalinin yol açtığı tedirginlik, Kıbrıs sorununun Annan planı ile askerleri ve siyasetçileri karşı karşıya getirmesi, PKK sorunu vs. 28 Şubat Süreci'nde darbecilerin Türkiye'yi fil sürüsünün girdiği zücaciye dükkânına çevirmesi, AK Parti iktidarının yolunu açmıştı. Asker, başka çaresi olmadığı için iktidarı bu enkazı devralanlara teslim etti. Cumhurbaşkanlığı makamında rejim bekçiliğinden sorumlu genel müdür gibi oturan Sezer ve dışarıda hâlâ gücü elinde tutan askerlerin korku imparatorluğu egemendi. Hükümetin zamana ihtiyacı vardı. AK Parti hükümeti her attığı adımı kılı kırkı yararak ve sağdan soldan gelen işaretleri dikkatle takip ederek atıyordu. 2003'te, Erdoğan başbakan olur olmaz katıldığı ilk MGK, Irak gündemine ayrıldığı için asker kanadın hazırlandığı güç gösterisi ertelendi. 30 Nisan'da yapılan ikinci MGK'da, sunum yapan bir general hükümete yüklenerek saldırıyı başlattı. Erdoğan siyasî kariyerinin en önemli eşiğini o toplantıda aştı; generale bir ayar çekti. Çektiği ayarın "karşında başbakan var, sen ne biçim konuşuyorsun" fırçasından ibaret olduğunu biliyorum. MGK'nın asker kanadı bu ayar üzerine generali yalnız bırakıp geri çekildi ve derslerine daha sıkı çalışmak üzere karargâhlarına kapandılar. Darbe planlarının tam gaz gelişmesi, bu dirayetli duruşun eseridir. 2004 yılında çatışma Kıbrıs sorunu ve Annan planı bahanesi üzerinden sürdü. Kıbrıs politikası, askerlerin tekelindeydi. Annan planı Rumlar tarafından kabul edilmeyince, hükümetin Kıbrıs politikası asıl askerler karşısında kesin bir zaferle sonuçlanmış oldu.
2004 yılının siyasî gelişmelerini Ankara'da birincil kaynaklardan çok yakından takip etmiştim. Gazi Üniversitesi'nin stratejik araştırma merkezinin başında, Kıbrıs'taki gelişmelere müdahil olmuş ve hem askerî kanatla hem de siyasetçilerle temaslarda bulunmuştum. Aracısız ve birinci ağızdan gözlemlere ve bilgilere sahibim. Askerlerin derdi Kıbrıs değil, hükümet idi; hükümetin açığını arıyorlardı. Kimin neyin peşinde olduğunu çok iyi hatırlıyorum. AK Parti hükümetinin ve Türkiye'nin geçirdiği en kritik evre idi. Allah var, dirayetle yönettiler.
2004 yılında, askerler hükümete karşı incelikten yoksun bir taktik geliştirmişti. Askerî anlayışta "düşman kuvvetleri bölerek zayıflatmak" olarak özetlenecek taktik, hükümete karşı uygulandı. Bahane, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün elçiliklere gönderdiği ve Millî Görüş ve Hizmet okullarına yardım edilmesi talimatını içeren genelge idi. Askerler açıkça şunu söylüyordu: "Bizim AK Parti ile bir alıp veremediğimiz yok; bizim derdimiz Gülen hareketi ile. Şayet hükümet bu cemaat ile bağlarını kopartır ve onları etkisiz hale getirirse mesele hallolur." Bu sözün değişik versiyonlarını o günün siyasetçilerinden ve askerlerden defalarca duydum. Bu taktik her şeyden önce hükümetin ferasetini küçümseyen bir önyargıya dayanıyordu. Elbette işe yaramadı. O tarihte MGK toplantıları ile ilgili ilk defa duyduğumuz "dik durmak ama diklenmemek" sözü, hem gerginliği hem de hükümet kanadının suhuletini hatırlamamız için yeterli. Erdoğan "Sadece siyasiler yolsuzluk yapmadı." diyerek doğrudan 28 Şubatçı generalleri suçlamış ve arkasından da "Gerilimin tarafı olmayız." diye eklemişti. Bırakın MGK kararlarının uygulanmasını, o kararların arkasındaki güce karşı o tarihte çok sıkı bir mücadele verildi.
Hafızamız, birilerinin zannettiği gibi balık hafızası değil. Güç sahiplerinden hakkımızı söke söke alırız; ama fesada da itibar etmeyiz.
Aynı konuda Türkiye Gazetesi'nden Alper Görmüş 'ün yazısı :